in the future - u will be able to do some more stuff here,,,!! like pat catgirl- i mean um yeah... for now u can only see others's posts :c
Sonra sözü ateşin başında oturan anlatıcı aldı...
Anadoluda Refik Halid,
Kırk yıl evvel-Kırk yıl sonra
ALANYA
Buranın hususiyetleri -Toroslarla Akdenizin buluşup seviştiği yer-Her mizaçta ve merakta adamı tatmin eden bölge-Deniz suyunun bambaşka rengi-Memleketi tanıtma ve sevdirme gayreti-Bir stalaktit mağarası-Yerüstü de güzel yer altı da!
ANTALYA ve Alanya hakkında iki kitap çıkmıştır: Birincisi Fikri Erten'in Antalya Tarihi, öbürü Ali Kemaloğlu'nun himmetiyle basılmış ve İbrahim Hakkı Konyalının tetkikleriyle Vücuda gelmiş mükemmel bir Alanya eseri. Bu sonuncusu pek itinalıdır; yarın o havali turistik mahiyet alıp gelişince bir hulâsasının mühtelif lisanlara tercümesi bile lâzım gelir. Zaten Alanyalılar memleketlerine çok bağlı insanlar... Orayı sevmekle de kalmıyorlar, herkes tanısın, beğensin diye çalışıyor, çırpınıyorlar. Filvaki Alanyayı görüp de methini göklere çıkarmayan tek seyyah ve tek muharrir gelmemiş. Eskiler ve yeniler, hepsi meftun olmuşlar; çok hoş tasvirler ve bir yığın edebiyat yapmışlar. Bana gelince şunu söyliyeceğim: Ne tarafa baksam -kalesine, plâjına, dağlarına, Limanına, bahçelerine, engin denizinin bambaşka rengine, mâmure veya harabesine- güzelliğinin tesiri altında heyecandan nefesim tutuluyordu; tabiat güzelliğini seyrederken nefesimin tutulduğuna ömrümde ancak bir kaç defa rastlamıştım. Alanyada göz çekmeyen ve gönüle hitap etmiyen hiç bir manzâra bulamazsınız; ne tarafa bakacağınızı şaşırırsınız ve gözlerinizi o baktığınız yerden nasıl ayıracağınızı düşünür, üzülürsünüz.
Fakat asıl hususiyeti, kale içinden fırlayarak iki deniz arasındaki küçük ovaya yayılmış, kırmızı kiremitli, beyaz badanalı, bizim üslüpta evler, daha doğrusu köşklerdir. Her köşk büyük bahçeler içinde ve portakallıklar arasında. Burada, birbirine sokulmuş, yanyana gelmiş bina yok. Memleketimizin başka hiç bir şehir ve kasabasında görülmeyen bir ferahlık, yeşillik, güleryüzlülük, sabunla yıkanmışlık, gıcır gıcır temizlik ki mevsimlere ve rüzgârlara göre herhalde ya deniz suyu, ya portakal çiçeği, ya olgun muz yahut dağ kekiği kokuyor. Şüphesiz, Toroslar Akdenize Alanyadan daha zarif bir başka yarımada hediye edememiş yahut Akdeniz Toroslara Alanyadakinden sevimli bir plâj verememiştir. İkisi de, dağ ve deniz şuracıkta âdeta iki âşığın buluşacağı yeri seçmişler; burada en yumuşak şekle ve ruha girerek birbirlerine dudaklarını uzatıp göğüslerini açmışlar. Toroslar daha nazik olamazlardı; Akdeniz de daha şuh, daha sevimli. Alanyada yalnız bunlar mi mevcut? Bütün tarih, hele Türk milleti tarihi bağrında yaşıyor. İlim adamı isen oraya git. Tabiat âşıkı isen orada otur. Keyif ehli isen yine orada ye, iç, gez. Sporcu da deniz oyunlarının çeşitlisini, dağcılık ve avcılığı yine orada bulur, Meyva, çiçek meraklısını da orası fazlasiyle tatmin eder. İşte Alanyayı bizim eskiden bildiğimiz adı ile Alâiye böyle bir yerdir. Yarın, yollara kavuşunca öyle bir yer olacaktır ki şehir sokak larında ziyaretçi otomobilleri kuyruk yapacaktır ve limanında tekneler borda bordaya yanaşacaktır. Bugün sadece güzeldir; gözleri yolda insan ve imar bekliyor. Fakât ben etrafta, Antalyadan gelen bozuk şose üzerinde beş-on yol amelesinin çam tahtalarını yontup yontup sel geçitlerini en iptidai şekilde kapatmağa çalışmalarından başka imar hareketi görmedim, şimdilik!
Bereket şehirde vatandaşlar ellerinden gelebileni yapıyorlar. Eski Maarif Vekili Hasan Âli Yücel de bir iyilikte bulunmuş, galiba Akdeniz kenarında en kıymetli bir Selçuk eseri olan ve Keykubad I. tarafından yaptırılan muhteşem Kızil Kule'yi tâmire başlatmış. Yalnız bu kuleyi görmek bir seyahati göze almağa değer. Kaldı ki Alanyada ve etrafında hiç bir eser ve kasaba bulunmasa dahi uzaktaki Torosların sihri midir, nedir, deniz suyunun renginide temaşa için yolculuğa katlanmak lâzımdır. Deniz havalide bildiğimiz su renklerinden hiç birine benzemiyor; benzetemeyeceğim.
Baktığınız zaman içine gömülmek, bu rengi almak, bu renkte bir âlemde yaşamak arzusu duyuyorsunuz. Hele alaca bulacalığı ile dünya renkleri büsbütün kiymetini kaybediyor; bayağı bir şey oluyor, basmalarla donanmış vitrin çirkinliğini alıyor. Bahçeler, parklar bile artık göze bir yaşlı kokot yüzü kadar yorucu ve özenti görünmektedir. Meğerse yeşil ve mavi hiçten renklermiş; ne orman, ne göl, ne dere, ne de gök bir şey ifade etmezmiş. Başka denizlerin o mor susamdan yeşil eriğe ve buğulu kara üzümden süt mavisine çalan renkleri de kötü makyajlarmış, Gruplar ve tulûlar ise boyâcı küplerinin yaldız torbalarına karışarak gök kenarına dökülüp sıvanmışı imiş; kaba işlerdenmiş! Zaten kaptan da ertesi gün söyledi: Akdenizin başka tarafında bu renge rastlanmazmış; ne Asya, ne Avrupa, ne Afrika kıyısında...
Bizi Alanyalı gençlerden bisikletli bir kafile şehir dışından karşıladı; muhterem bir tüccarın yazıhanesine girdik. Camlardan içeriye merakla bakanlar o kadar çoğaldı ki dağılmalarını ricaya mecbur oldular. Ziyaretçiler de içeriyi doldurdu; bir yandan da gelenler ve gelenlere yer vermek için gidenler var. Bu hüsnü kabulün sebebi ne politikâdır, he de eğlence. Politika değil; zira yazıhanede her partiden insanla tanıştım, benim Politika yapmadığım da malum. Eğlence de değil; zira karagöz oynatmağa gelmediğimi biliyorlar. Asıl sebep şu: Alanyalı, sevgili memleketini anavatana tanıtacak, sevdirecek muharrir peşindedir. İstiyor ki,kalem propagandası devlet ricalini harekete getirsin de bir şeyler yapılsın, Bundan daha meşru, haklı ve yerinde bir hareket tasavvur edilemez. Dolaştığım yerlerin hiç birinde o derece şahlanmış, çoluğuna Çocuğuna kadar yayılmış bir tanıtma ve sevdirme gayretine rastlamadım. Antalya delikanlılarından biri “Tarihi turistik kılavuzu” diye kart da bastırmış Gezintilerimizde ve sonra vapura binişimizde bize refakat eden kılavuz âhbabımızın o işde canla, başla, aşk ve şevk ile çalışmasını görmeliydiniz, İkide bir, benden teminat âlıyordu; “Alanyayı yazacak, methedeceksiniz, değil mi?” diye soruyordu.
Alanyada toprak Üzerindeki güzellikler yetmiyormuş gibi son zamanda bir yeraltı güzelliği de keşfedilmiş: Şehre giren yol kenarında, kıyı boyu, kâlenin kurulduğu dağdan yol inşası için toptak taşınırken bir delik açılmış. İçeriye girmişler, şaşırmışlar. Nasıl şaşırmasınlar ki girdikleri yer bir Stalagmit- Stalaktit mağarasıdır; yani bazı sebeplerden dolayı taşlaşan su damlalarından hâsıl olmuş ışıldak sütunlarla dolu bir kubbealtı. Şehre verilmesi beklenen elektrik içeriye uzatılınca her tarafı aydınlatılacak, şıkır şıkır parlayacak, seyrine doyum olmayacak. Bereket, deliği demir bir kâpi İle örtmüşler, mağarâyı muhafaza altına almışlar. Mütehâssıslar tetkik ederler, yeni galeriler bulurlarsa —ki bulunacağa benziyor— orası Avrupadaki büyük statalaktik - stalagmit mağaraları gibi seyyah celbine çok yarayacaktır ve İsmi kitaplara, rehberlere girecektir. Malüm ya, bu mağaraların meşhurlarından ikisi Fransada, biri Belçikada, biri de Dalmaçya sahilindedir. Alanyadaki, küçüklüğüne rağmen fevkalâde zengin ve çok karakteristik vaziyette, âdeta bir minyatür, sızıntılar öteye beriye Hint ve Çin mâbetlerini, cami leri Ve kiliseleri düşündüren, bunların maketlerine benzeyen öyle hoş binacıklar kurmuş, mağaranın içini bir süslemiş ki…
Hele kubbeden yanyana, irili ufaklı ve uzunlu kısalı yuvarlak, sivri uçlu, henüz zemine ulaşmamış taş dalların üzerinden elinizi geçirince bir musiki Aleti imişçesine çıkan ses öyle âhenkli ki! Kulaklarım ilâhi okuyan, acayip kıyafette, kadınlı erkekli bir koro heyetinin ıslak ve ışıldak kubbedeki aksi sadasını aradı. Orasını bırakıp çıkarken hepimiz mâbed dönüşündeki hüzne benzeyen bir iç âlem neşesinin görünmez heyecanına kapılmış hâlde idik; konuşamıyorduk.
Şunu söyliyeyim ki böyle bir mağara Zonguldakta da meydana çıkmış, fakat Devlet Demiryolları ne hikmete mebnidir bilmem, kapısını sımsıkı ördürmüş, gözden nihan etmiş. Bilhassa oraya kadar gittim ve örülü kapının fotoğrafını çektim.
Kırk sene evvel de ancak bunu yaparlardı; duvar çekmeği, kapı örmeği, “Yasak!” demeği pek severlerdi; başlarına iş açmağı istemezlerdi. Hâlâ, istemeyenler tahminimizden fazladır.
20.07.1950 Yeni İstanbul Gazetesi/Refik Halid
Anlatmaya devam etti ateşin başında oturan anlatıcı...
2 - 0
Sonra sözü ateşin başında oturan anlatıcı aldı...
Türkiyenin Nisi: Alanya
Alanya'nın saatlerce süren bir plâji, nefis portakal, muz bahçeleri var
Kimi Akdenizin incisi kimi Türkiyenin Nisi diye dillerde, gazetelerde medhedilen bu kasabayı görmek arzusunu her zaman duyardım. Sayın saylav ve muharrir bay Falih Rıfkının Bizim Akdeniz isimli kitabında mevcud olan «görmeden ölmemeli» sözünü belki biraz mübalâğalı bulanlar vardır. Fakat öyle zannedilmesin.
"Altında mıdır üstünde midir cenneti álá
Yarap bu ne hâlât bu ne abu havadır"
diyen şair bugün burasını görse Alanyanın genel görünüşü ayni heyecanı duyacağı muhakkaktır. Bu güzel kasabanın çok büyük bir noksanı var. O da elektriktir. Hangi tarafından baksanız çok güzel olan bu kasabanın saatlerce süren uzun bir plâjı var ki, iki yüz metre açılsanız su boyunuza bile çıkmıyor. Sabahın altısından gecenin onbirine kadar herkes denize giriyor. Bilhassa akşamdan sonra girmeği âdet edinen bayanların denizin fısıltıları arasına karışarak gelen sesleri buranın gece âlemlerine bambaşka bir renk veriyor. Her güzelliği İstanbulda arayan arkadaşlarım burasını Erenköyüne benzetmek istediler. Fakat buradaki köşklerin serpilişini başkalaştıran ve Erenköyüne üstün tutan portakal, limon, muz ve mandalın bahçeleri var. Bilhassa çiçeklendikleri zaman etrafı orijinal bir koku kaplar. Burada her mevsimin meyvasını bulabilirsiniz. Hayat çok ucuz, keresteciliğin durması buhran nedir bilmeyen bu memleketi haylice sarsmış. İktisadi sahada canla başla çalışan Alanyalılar maarif sahasında da çok ilerlemişlerdir. Şimdiki halde memleket dışında kırk üç talebe okutuluyor. Bu yekûn her sene artmaktadır.
Anlatmaya devam etti ateşin başında oturan anlatıcı...
16 Ağustos 1935-Akşam Gazetesi
AKŞAM Memleket haberleri
2 - 0
18 Şubat 1981 Alanya'da ilk kez düzenlenen Liseler arası Atatürk Koşusu
18 Şubat 1935 Pazartesi, Atatürk ve Alanya…
Atatürk'ün, Zafer destroyeri ile sabah saat 8.00'de Alanya'ya gelişi, karaya çıkıp kısa bir dinlenmeden sonra destroyere dönerek Antalya'ya hareketi.
18 Şubat 1981 Atatürk’ün Alanya’ya geldiği gün şerefine ilk kez düzenlenen koşu yarışı.
Bu, aynı zamanda dolgu yapılarak bugün kullandığımız rıhtım bölgesinin açılış günü.
Biz Alanyalılar için ilginç gelişmelerin yaşandığı zamanlar.
12 Eylül Askeri Darbesi’nin üzerinden kısa bir zaman geçmiş, yavaş yavaş normalleşme adımları atılmaya başlanmış.
Aklımda kalan en ilginç şey gündüz gözüne patlatılan havai fişekler.
24 saat sokağa çıkma yasağından vazgeçilmiş ve akşamları sokağa çıkma yasağı zamanları başlamış.
Bu nedenle de hayatımızda ilk kez göreceğimiz havai fişekler gündüzün aydınlığında patlatılıyor.
17 Şubat Salı günü okula gittiğimde beden eğitimi öğretmenimiz beni çağırıyor ve 18 Şubat Atatürk’ün Alanya’ya geldiği gün şerefine düzenlenen 100 metre hız koşusunda yarışacağımı söylüyor.
18 Şubat Çarşamba günü koşuya hazır bir şekilde spor ayakkabılarım ve eşofmanımla okula gittiğimi anımsıyorum.
Başlangıç çizgisini, başla işaretini ve gözümün önünde gördüğüm kısa mesafe çizgilerini hayal meyal hatırlıyorum. Bir de yarışmayı kazandığımı…
Atatürk’ün Alanya’ya geldiği gün.
06.12.2024 Alanya/Nilgün Akman
0 - 0
TAKLA GÜVERCİNLERİ
Sonra sözü ateşin başında oturan masalcı aldı;
On, belki on bir yaşımdaydım.
Okul, ev ve mahallede arkadaşlarla geçirilen zamanlar ve o zamanların dışında kalan kendime ait bir dünyam vardı.
Bazen kendi gezegenime yolculuk yapardım.
Evin balkonunda tavşanlarım, çatıda takla güvercinleri..
Ders kitapları arasında gizlice okunan Teksas, Tommiks kitapları…
Çizgi roman okumak yasaktı.
Yasaklar çiğnenmek içindir. Işıklar kapatılırsa ay ışığı imdada yetişir, pencere pervazına dayanmış dirsekler ve ışığı yakalayan gözlerle yasak delinirdi.
Yaz akşamları yazlık sinemalara gitmek için can atardık. Sinemaya her gittiğimizde makinistin mola verdiği zamanlarda ahşap sandalyelerdeki diğer seyircilerin ellerindeki çizgi romanları okumalarına duyulan hayranlıkla bir keresinde biz de aldık yasak romanlarımızı ve gizlice film arasında açtık okuyoruz. Tabii ki af yok. Babam filmi yarıda bırakıp çıkardı bizi sinemadan.
Arkadaşlarımızla tarifi olmayan tuhaf bir ağımız vardı.
Alanya’da kimde hangi çizgi romanın hangi sayısı var bilir, birbirimizle değiştirirdik.
Benim gezegenimde zaman akmazdı.
Okuldan eve gelince bayat ekmek, buğday, arpa ne bulursam yanıma alır çatıya tırmanırdım.
Öyle merdivenden falan değil, gerçekten tırmanırdım.
Güvercinlerimin yemlerini verir, kuluçkada yatan güvercinleri seyrederdim.
Güvercinlerin yavrularına birlikte baktığını, kuluçkaya birlikte yattığını, yavrular yumurtadan çıktıktan sonra birlikte beslediklerini hep bu serseri zamanlarda öğrendim.
Beyaz paçalı, afilli bir eda ile yürüyüşlerini hayranlıkla seyrederdim.
Bazen incitmeden yakaladığım beyaz paçalı güvercinimi avucumun içine alır, sıkıca kavrar ve hızla gökyüzüne doğru fırlatırdım. Sonra ellerimi çırpardım. Elimi her çırpışımda çıkan sesle uyumlu takla atarak aşağıya doğru süzülen bembeyaz muhteşem kuşlarımı seyrederdim. Tam o anda zaman durur hayat yavaşlardı.
Hâlâ beyaz paçalı bir güvercin gördüğümde elimi neşeyle çırpar ve o kayıp zamana geri dönerim.
Anlatmaya devam etti ateşin başında oturan anlatıcı…
7.11.2018/Keşiş Yengeci/Nilgün Akman
2 - 0
ATEŞBÖCEKLERİ
Sonra sözü ateşin başında oturan masalcı aldı; Sokakların loş olduğu zamanlardı. Işıklar henüz gökyüzünün büyüsünü saklayacak kadar güçlü değildi.
Belki alacakaranlık sokaklarda uzayan gölgelerden, sokağın kenarında uzanan bahçe duvarlarının ardından korksak da gökyüzüne başımızı her kaldırdığımızda samanyolunun ışıltısını izlemenin keyfine dalardık.
Yüzümüzü yerdeki çakıl taşlarına çevirince uzayıp giden duvar diplerinde, küçük kaya koyuklarında ışıklarını çakan ateşböceklerinin gündüzleri nasıl göründüğünü merak ederdim. Babamın bizi götürmeye razı olduğu sinema akşamlarında cebime boş kibrit kutusu aldığımı hatırlıyorum. Bir keresinde anneme ve babama belli etmeden yakaladığım ateşböceklerini kibrit kutusunun içine saklamıştım. Eve gelince yatağımın başucunda duran komodinin üzerine bıraktığım kutuyu sabah açıp içindeki böceğin neye benzediğini göreceğimi düşünerek uyumuş, sonra sabahın köründe uyanarak başucumda duran kutunun küçük çekmecesini açmış ve içinin boş olduğunu görmüştüm. Bugün bile o böceklerin kutudan nasıl çıktığını merak ederim.
Masal anlatmaya devam etti ateşin başında oturan anlatıcı…
11.10.2023 N. Akman
4 - 0
Heidelberg…
Bir düşün içinde yolculuk yaptım…
Şehre girdiğimde aklımda sadece Filozoflar Yolu vardı…
İlk durağım, üç yüz sekiz basamağı adımlayarak tırmandığım Saray…
Sarayı dolaşırken kıskandım…
Büyükçe bir bölümü yıkılmış olan sarayın ayakta kalan bölümleri bir yandan onarılırken, onarılmış kısımların görkemi göz kamaştırıcıydı…
Hani yıkıntıları görmeseniz saray sakinleri kapıyı yeni çekip gitmiş gibi.
Saraydan ayrıldıktan sonra aklımdakileri gerçekleştirmek için yola koyuldum.
Sonbaharın son kalıntılarıyla kışa geçiş arasında kalmış ağaçların arasında yürürken içimdeki kıskançlık tohumları kabardı, yeşerip filizlenmek için kıpırdanmaya başladı…
Hiç aldırmadım.
Bıraktım yeşersinler.
Kıskanılmayı hak edecek kadar güzel bir manzaranın her anını hafızama tatlı bir kaçamak gibi saklama isteği doğrusu çok kışkırtıcıydı.
Duygularımı kendi haline bıraktım, kıvılcımlar çakarak oynaşsın, yaşam kıvancımı artıracak kışkırtıcılığını hiç kaybetmesin istedim…
Sonunda filozoflar yolunun muhteşem manzarasıyla baş başa kaldığımda artık Neckar Nehri’nin ikiye böldüğü şehrin karşı kıyısındaki tepeden biraz önce gezdiğim sarayın muhteşem manzarasını da görebiliyordum...
Neckar nehri üzerindeki Alte Brücke yani eski köprü bütün görkemiyle karşımdaydı.
Alte Brücke 1248 yılında inşa edilmiş ve 1945 yılında yeniden yapılmış…
Eski Köprü Alte Brücke, şehri ikiye ayıran nehrin ortasında üstünde gezenleri bir yakadan diğer yakaya taşırken acele etmeden adımlayacağınız manzarasıyla kendinden emin işveli bir güzel gibi verdiği hazzın farkında…
Neredeyse iki adımda bir duraklayarak geçtim köprüden, köprünün üstündeki heykelleri seyrettim.
Köprünün altında coşkuyla akan Neckar Nehri’ne baktım.
Güneş enerjisiyle çalışan gemiye şaşırdım…
Alte Brücke’ü adımlayanlar bir prensesi uyandırmadan geçmek için yumuşak adımlarla yürüyorlardı…
12 Aralık 2009
Nilgün Akman
3 - 0
18 Şubat 1935 Pazartesi, Atatürk ve Alanya…
Atatürk'ün, Zafer destroyeri ile sabah saat 8.00'de Alanya'ya gelişi, karaya çıkıp kısa bir dinlenmeden sonra destroyere dönerek Antalya'ya hareketi.
18 Şubat 1981 Atatürk’ün Alanya’ya geldiği gün şerefine ilk kez düzenlenen koşu yarışı.
Bu, aynı zamanda dolgu yapılarak bugün kullandığımız rıhtım bölgesinin açılış günü.
Biz Alanyalılar için ilginç gelişmelerin yaşandığı zamanlar.
12 Eylül Askeri Darbesi’nin üzerinden kısa bir zaman geçmiş, yavaş yavaş normalleşme adımları atılmaya başlanmış.
Aklımda kalan en ilginç şey gündüz gözüne patlatılan havai fişekler.
24 saat sokağa çıkma yasağından vazgeçilmiş ve akşamları sokağa çıkma yasağı zamanları başlamış.
Bu nedenle de hayatımızda ilk kez göreceğimiz havai fişekler gündüzün aydınlığında patlatılıyor.
17 Şubat Salı günü okula gittiğimde beden eğitimi öğretmenimiz beni çağırıyor ve 18 Şubat Atatürk’ün Alanya’ya geldiği gün şerefine düzenlenen 100 metre hız koşusunda yarışacağımı söylüyor.
18 Şubat Çarşamba günü koşuya hazır bir şekilde spor ayakkabılarım ve eşofmanımla okula gittiğimi anımsıyorum.
Başlangıç çizgisini, başla işaretini ve gözümün önünde gördüğüm kısa mesafe çizgilerini hayal meyal hatırlıyorum. Bir de yarışmayı kazandığımı…
O günden beri her yıl düzenlenen bu koşu yarışının tarihi 18 Şubat’tır.
Atatürk’ün Alanya’ya geldiği gün.
06.12.2024 Alanya/Nilgün Akman
1 - 0
BELEDİYE ÇAY BAHÇESİ
Sonra sözü ateşin başında oturan anlatıcı aldı...
Alanya’nın eski akşamlarında hanımeli kokulu sokaklardan geçerken ateşböceklerinin yanıp sönen ışıklarını takip ederdim. Kimi zaman yazlık bir sinemanın tahta sandalyelerinde ergen yiyerek izlerdik perdedeki siyah beyaz filmleri. Bazen günebakan da yediğimiz olurdu, ama babamın tercihi ergen olurdu.
Kimi akşamlarda ise Belediye Çay Bahçesi’ne giderdik. Çay bahçesinin zeminine beyazdan griye çalan mozaik çakıl taşları dökülmüş olduğu için her adımda çakıl taşlarının sesini duyardık. Tahta sandalyelerin sert zeminine oturmak o zamanların yadırganmayan alışkanlıklarındandı. Çay bahçesinde annem ve babamın çay, biz çocukların gazoz içtiği zamanlardı.
Bazı akşamlar birden bire ortalık kararır, ışıklar söner, biz elektrikler kesildi sanarken İspanyol paça pantolonu, kulak hizasından aşağıya inen faulleri ile elinde mikrofonu bir adam sahneye çıkardı. Sahne dediğimiz de mikrofonun takıldığı bir mikrofon ayağı, arkada da bir orkestra. Adam karanlıkta diz çökerek şarkısına başlardı, ” Her yer karanlık, Pûr nur o mevki, Mağrip mi yoksa makber mi Yarab” şarkıya devam ederken ışıklar yanar,adam da ayağa kalkarak şarkısını söylemeye devam ederdi.
Anlatmaya devam etti ateşin başında oturan anlatıcı…
Nilgün Akman, 16.11.2024, Alanya
Fotoğraf,M.Erem Çalıkoğlu
#alanyabldsosyaltesisleri
#alanyabelediyesi
#alanya
4 - 0