in the future - u will be able to do some more stuff here,,,!! like pat catgirl- i mean um yeah... for now u can only see others's posts :c
“Yalnızca halkın size verdiği görevle yetinirseniz, halka hesap verirseniz, az laf çok iş yaparak çalışırsanız işte böyle rekor oyla seçiliyorsunuz. Rekor oyla…"
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde yüzde 60,4 oyla yeniden seçildi.
En yakın rakibi, AK Parti adayı Turgut Altınok’a 30 puanla rekor fark attı. Yazıyla, otuz.
“Az laf çok iş” Yavaş’ın kampanya sloganıydı.
Yavaş bu sloganla, hem belediyeciliğe yaklaşımını yansıttı hem de kendisine yöneltilen “konuşmuyor” eleştirilerini pozitif bir kampanya malzemesine dönüştürdü.
Eleştirilerin altında “konuşursa tercih edilmez” göndermesi yatıyordu. Tek kasıt iyi bir hatip olmaması değil. Konuştuğunda pot kıracağı, farklı kesimlere, mesela Kürtlere seslenme kapasitesine sahip olmadığı iması da var.
Karizmatik bir figür olmamasına, iddialı projelerle dikkat çekmemesine, mükemmel bir belediyecilik performansı sergilememesine rağmen, 2019’da başlayan ilk döneminde beğeni anketlerinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve partilisi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı (İBB) Ekrem İmamoğlu ile birlikte adı hep ilk üçte yer aldı.
Muarızlarının ya da diğer adaylarla kıyaslayanların “konuşsa tercih edilmeyeceği” ya da “konuşursa kendinden uzaklaştıracağı” saptamaları bundan sonra belirginleşti.
Onu zaman zaman “kasaba siyasetçisi”, “kasaba avukatı” diye hakir görenler de, benzer bir yerden karşıtları idi.
Mansur Yavaş, Ankara’nın 100 kilometre batısındaki Beypazarı’nda beş çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğdu.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra ilçeye döndü. 13 yıl serbest avukatlık yaptı.
Ülkücüydü. İlk kez 1994’te MHP'nin Beypazarı Belediye Başkan adayı oldu. Seçilemedi.
1999’da yine MHP'den adaylığını koyduğunda yüzde 51 ile kazandı.
İki dönem üst üste Beypazarı belediye başkanlığı yaptı. İlçenin Türkiye çapında tanınırlığı onun döneminde arttı. Tarım ve hayvancılıkla öne çıkan ilçenin tarihi dokusunun korunmasını yöresel ürünlerin pazarlanmasıyla birleştirdi. Turizmi ilçe için düzenli bir gelir kaynağı haline getirdi.
2009’da partisi MHP’den Ankara Büyükşehir Belediyesi başkan adayı oldu. Rakipleri AK Partili Melih Gökçek ve CHP’li Murat Karayalçın’dı.
Yavaş, yüzde 27 oy ile yarışı üçüncü sırada tamamlasa da aldığı oy oranı milliyetçi – muhafazakar hassasiyeti yüksek Ankara seçmeni nezdinde karşılığı olduğunu kanıtlıyordu.
Asıl potansiyeli, muhalefet ittifakının adayı olarak girdiği 2019 ve ittifak adayı olmaksızın, bir ittifak adayına karşı yarıştığı 2024 seçimlerinde açığa çıktı.
2019 yerel seçimleri ittifaklı bir yarıştı. Yavaş bu kez CHP ile İYİ Parti’nin kurduğu Millet İttifakı’nın adayı olarak seçime girdi. Ona cuk oturan bir kombinasyondu.
AK Parti – MHP ortaklığı ise Kayseri’de beş dönem belediye başkanlığını yapmış, “eski ülkücü” sıfatı da olan Mehmet Özhaseki’yi Cumhur İttifakı’nın adayı olarak gösterdi.
Yavaş yüzde 50,93 ile Özhaseki’ye yaklaşık dört puan fark atarak seçimi kazandı.
AK Parti iktidarını yenmenin yolunun muhalefetin güç birliğinden geçtiği varsayımı güçlendi.
Yavaş, ABB’deki ilk döneminde, AK Partili Melih Gökçek’in 23 yıllık başkanlığının yarattığı tahribatın ve tepkinin üzerinde sörf yaptı. Gökçek’in en tartışmalı uygulamalarına, eleştirilen noktalarına zıt müdahalelerde bulundu. Bu, ona sadece Ankara ile sınırlı kalmayan bir popülerlik de kazandırdı. Belediye meclis toplantılarını ve ihaleleri canlı yayınlattı. Lüks makam araçlarını satışa çıkardı. Belediye araçlarına plaka takip sistemi kurdurdu. Gökçek hakkında 100’den fazla suç duyurusunda bulundu. Ankara’nın böğrüne saplanmış ANKAPARK hançerine ibreti alem için basın turları düzenledi.
Belediyenin sosyal yardımlarını kesmek bir yana, daha geniş ve eşitlikçi bir yaklaşımla sürdürdü. Et yardımı, kırtasiye yardımı gibi destekleri AK Parti’nin oy depolarına yaklaşmasını sağladı. Sosyal yardımlara verdiği ağırlık, ona destek kadar eleştiriye de neden oldu. “AK Parti’nin yaptığını yaparak bağımlı kitle oluşturmakla” da eleştirildi.
Başta metro olmak üzere, ulaşım sistemi ve altyapı yatırımlarında beklenen ölçüde yol kat edememesine iktidar tarafından engellenmesini gerekçe gösterdi. Eleştiri doğru olsa da Yavaş da ısrarcı bir görüntü vermedi.
Altyapı ve ulaşım konusundaki eleştirileri, yeşil alan, kırsal kesim destekleri, üniversite öğrencilerine dönük uygulamaları, veresiye defterlerinin silinmesi gibi projeleri ile hafifletti.
Kendisinin ve ailesinin mütevazı tercihleri, geniş konvoylar ve çakarlı araçlar yerine bir minibüsü makam aracı olarak kullanması, eşi ya da kızlarıyla ilgili hiçbir tartışmanın yaşanmaması, ortaya atılan mal varlığı ya da usulsüzlük iddialarının her seferinde kanıtlarla çürütülebilmesi, milliyetçi – muhafazakar hassasiyetlerle uyumlu söylemi, Atatürkçülük ve parlamenter sisteme dönüş konusundaki vurguları, desteğe dayanak oluşturdu.
Konuşmalarında Ankara ve belediye hizmetleri sınırlarının dışına çıkmaması, dikkat çekici çıkışlar yapmaması “hizmet/görev adamı” imajını perçinledi.
Portrenin tamamını okumak için profildeki bağlantıyı ziyaret edin.
331 - 38
“Kazdağları hepimizin! Bizi yalnız bırakmayın.”
Yerel çevre örgütlerinin ve köylülerinin bu çağrısı, Türkiye’nin dört bir yanından yüzlerce doğa savunucusunu 9 Kasım Cumartesi günü Çanakkale Bayramiç Hacıbekirler Köyü’nde bir araya getirdi. İstanbul’dan gelen de vardı, İzmir’den, Bursa’dan, Balıkesir’den, Muğla’dan, Ankara’dan, Rize’den hatta daha da uzaklardan, Tunceli Munzur’dan gelenler de...
Fayn da oradaydı.
Çevreciler, ellerinde pankartlarla ve slogan atarak Cengiz Holding’in, yargı süreci tamamlanmadan Halilağa Bakır Madeni için binlerce ağacı kestirdiği alana yürüdü.
Kimi otuz kimi yüz yıllık ağaçların yerle bir edildiği alana varıldığında sloganlara, feryatlar ve beddualar eklendi.
Miting, Kazdağları Ekoloji Platformu’nun basın açıklamasıyla başladı.
Halilağa Bakır Madeni’nin, dünyanın en zengin ekosistemlerinden biri olan Kazdağları’nda büyük tahribata neden olacağının vurgulandığı açıklamada, projenin ruhsat alanının 60 bin dönüm olduğuna dikkat çekildi.
Açıklamaya göre, proje kapsamında siyanür ve onlarca kimyasalın kullanılacağı zenginleştirme tesisi de yapılacak. Devasa büyüklükteki atık barajı da Hacıbekirler Köyü’ne 750 metre mesafede, yani köyün hemen bitişiğindeki bir alanda kurulacak.
Bir milyon ağacın kesileceği proje kapsamında, Halilağa, Hacıbekirler ve Muratlar köylerinin verimli tarım alanları yok olacak, onlarca köy de büyük zarar görecek.
Projenin su ihtiyacı bölgenin zaten yetersiz olan su kaynaklarından ve özellikle bölgeye hayat veren Kocabaş Çayı’ndan sağlanacak. Bölgede kuraklık artacak.
Kazdağları Ekoloji Platformu’na göre, Cengiz Holding, projede altın arayacağını saklıyor.
Basın açıklamasında, bir milyona yakın ağacı katletmeyi planladığı anlatılan Cengiz Holding’in aslında “bakır” kılıfıyla “altın” arayacağına, işletme projesinin altın çıkarılmasına uygun bir şekilde hazırlandığına dikkat çekildi.
Çevreciler, Kazdağları’nda geri dönülemez büyük bir tahribat yaratarak çıkarılacak madenin tamamının bir İngiliz şirkete pazarlanması için anlaşmanın yapıldığını da iddia etti.
Muğla Akbelen Ormanı direnişinin temsilcileri de destek için Kaz Dağları’ndaydı.
Geçen yıl Milas İkizköy’de köylüler, Limak ve IC Holding'in, termik santrallerine kömür çıkarmak için ormanı katletmesine karşı yüzlerce gün nöbet tutmuştu. Dünyanın terk etmeye başladığı fosil yakıt enerjisi için binlerce ağacın kesilmesine karşı çıkan çevrecilerin de desteğiyle Akbelen direnişi büyümüştü. Ancak, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “çevreci marjinaller” diye nitelendirdiği köylüler ve çevreciler, Akbelen’de binlerce ağacın kesilmesini engelleyememişti.
Kazdağları mitinginde konuşan Akbelen direnişinin öncülerinden İkizköy Muhtarı Nejla Işık, “Bu sadece Kazdağları’nın sorunu değil, tüm Türkiye’nin sorunu, asla pes edemeyiz. Burayı boş bırakmamalıyız, on binler buraya akmalı, Akbelen’in başına gelen Kaz Dağları’nın başına gelmemeli.” çağrısı yaptı.
Hacıbekirler köylüleri de mitingde gözyaşlarıyla konuştu. Elleriyle dikip büyüttüğü çamlarına kıyıldığını söyleyen Zeynep Yıldırım: “Bizi diri diri mezara gömmek istiyorlar, havamıza, suyumuza dokunmasınlar, Cengiz köyümüzden gitsin, tüm Türkiye bize sahip çıksın.” diyerek yardım istedi.
Doğa savunucuları, muhalefet partilerinin liderlerinin ve toplumda bu konuda refleks oluşturabilecek kişilerin mitinge katılmamasına öfkeliydi.
Konuşmalardan sonra kalabalık hep birlikte şantiye sahasına yürüdü. Şantiye önünde “Katil Cengiz Kazdağları’ndan defol”, “Kazdağları bizimdir, direne direne kazanacağız” sloganlarıyla şirketi protesto etti.
Cengiz Holding, mitingin bir gün öncesi ve miting günü ara verdiği ağaç kesimlerine pazar günü jandarma gözetiminde tekrar başladı. Şirketin ağaç kestirmek için Bayramiç’ten ve çevre köylerden işçilerle anlaştığı öğrenildi.
Kazdağları Ekoloji Platformu’ndan Füsun Kayra, 14 günde 100 bin ağacı katleden şirketin yol açma çalışmalarını tamamladığını, açık patlatmalı alan için ağaç kesimine hız verdiğini söyledi.
Çevre örgütleri temsilcileri, köylülerle birlikte seslerini duyurmak için 12 Kasım sabahı Ankara'da ÇED iptal davasının bekletildiği Danıştay önünde de açıklama yaptı. Köylüler ormandaki tahribat daha da artmadan adaletin bir an önce tecelli etmesini istedi. Daha sonra Meclis’e geçen Hacıbekirler köylüleri, CHP Grup toplantısına katıldı.
Çanakkale merkeze bağlı Kirazlı Köyü’nde altın arayan Kanadalı Alamos Gold Şirketi’nin Kazdağları’nda on binlerce ağacı katletmesi üzerine çevreciler, 2019 yılında su ve vicdan nöbetine başlamıştı. Kirazlı’da Sanatçı Fazıl Say’ın da piyanosuyla destek verdiği mitinge binlerce kişi katılmış, çevrecilerin direnişi olumlu sonuçlanmıştı. Maden arama ruhsatı yenilenmeyen Alamos Gold Kazdağları’ndan çekilmişti.
894 - 65
7 Kasım’da başladı, 10 Kasım’da bitti. Sanıklar ifade verdi. Tanıklar dinlendi. Mahkeme heyeti onlarca soru sordu. Üç günde 42 saat görülen davanın ilk duruşmasında “Narin’i kim ve neden öldürdü?” sorusu yanıt bulamadı.
Sanıklardan anne, ağabey ve amca, komşu Nevzat Bahtiyar’ı suçlarken, Nevzat Bahtiyar ise amca Salim Güran’ı işaret etti.
İddianamenin yazmadığı, mahkemenin şu aşamada belirleyemediği katili bulmak gazetecilere düştü.
Ellerinde demir çubukları alıp, köyün krokisini ekrana yansıttılar.
Somut bilgilerden uzak, komplo teorileriyle dolu cümlelerle ‘henüz’ katili bile belli olmayan cinayeti ekranlarda çözdüler. Gazetecilerin ‘çözdüğü’ o cinayetin ilk duruşması ise danışıklı dövüşe sahne oldu.
İlk duruşmanın danışıklı dövüşü
Diyarbakır’da görülen davada sanıklar amca Salim Güran, anne Yüksel Güran, ağabey Enes Güran ve Narin'in cesedini taşıyan Nevzat Bahtiyar ifade verdi.
İlk söz, soruşturmada çelişkili ifadeler veren Nevzat Bahtiyar’daydı.
“Önce susma hakkımı kullanıyorum” dedi ancak susmadı.
Daha önce Salim Güran ile yolda karşılaştığını da söyleyen Bahtiyar, bu kez Salim’in kendisini eve götürdüğünü belirtti.
Daha önce anne ile amca arasında ilişki olma ihtimalinden bahseden Bahtiyar bu kez daha net konuştu.
“Narin, yerde hareketsiz yatıyordu. Salim bana, 'Yüksel ile cinsel ilişkiye girdiğimizi gördüğü için öldürdüm' dedi. Büyük ihtimal boğarak öldürdüler. Cesedi ahırdaki torbaya ben koydum. Amcası benden Narin'in cesedini parçalamamı istedi. Vicdanım el vermedi.”
Önceki ifadelerinde Salim Güran’ın para teklif ettiğini söyleyen Bahtiyar, duruşmada bu sefer de Salim Güran’ın kendisini tehdit ettiğini söyledi.
“Salim, silahla tehdit ettiği için kabul ettim. 'Oğlun Muhammed'in kafasına sıkarım, sonra sana sıkarım' dedi.“
Bahtiyar’ın savunması Salim Güran’ı suçlamak üzerineydi.
Özetle “Amca Salim öldürdü, tehdit ettiği için de ben dereye götürüp attım,” diyordu.
Anne Yüksel’i sadece ağlarken gördüğünü, ağabey Enes’i ise hiç görmediğini belirtti.
Bunun dışında mahkemenin sorduğu “Narin amcasıyla annesini nasıl görmüş” gibi onlarca sorunun cevabı “Bilmiyorum veya hatırlamıyorum” oldu.
Komşu Nevzat’ın karşısında aile tek cepheydi.
Anne, ağabey ve amca Güranlara göre katil, komşu Nevzat’tı.
Üçü de anlaşmış gibi benzer ifade verdiler.
Hâkimin dikkat çekici sorusu
Ağabey Enes Güran, olay günü iki erkek arkadaşıyla sigara içtiğini söyledi.
Bunu anlatırken hâkimden kritik bir soru geldi. Hakim, “Senin hoş olmayan bir görüntü içerisinde olduğun iddia ediliyor,” diye araya girdi.
Enes Güran, “Hayır, kesinlikle öyle bir şey yok.” dedi. Peki hâkimin bu sorusunun motivasyonu neydi?
Soruşturma kaynaklarının masasında duran ihtimallerden birine göre, Narin ağabeyini eşcinsel veya ensest ilişki içinde gördü. Bu yüzden ağabey tarafından öldürüldü. Anne ve amca ise cinayeti örtbas edip, erkek çocuğu koruyordu.
Ağabeyin işkence iddiası
Narin'i amcası Salim Güran'ın öldürme ihtimali olup olmadığını bilmediğini söyleyen Enes Güran, amcasıyla ilgili sorular sorulurken jandarmanın kendisine işkence yaptığını, annesi Yüksel Güran’a da işkence yapıldığını ve görüntülerin kendisine izlettirildiğini söyledi.
Bunu söylemeden önce de avukatına “söylemesinde sakınca olup olmadığını” bile sordu.
Ancak işkence iddiasının üzerinde kimse durmadı. Ne mahkeme ne de Enes’inki dahil avukatlar bu iddialarla ilgili soru sordu.
Mahkeme ara kararında da ‘işkence iddiasının’ araştırılmasını istemedi.
Annenin namus vurgusu
Ağabeyden sonra söz sırası Anne Yüksel Güran’daydı.
Oğlunun da kayınbiraderinin de Narin’i öldürmediğinden emindi. “Katil komşunuz Nevzat mı?” sorusuna ise “Her şey ortada” diye yuvarlak bir cevap verdi. Oğlu Enes hakkındaki ensest ilişki iddiasına ise cevabı netti, “Kesinlikle hayır” dedi.
Bölgenin sosyolojisi davanın hakimlerini de etkiliyordu.
“Bu bölgede erkek çocuk kıymetli, o yüzden koruyor olabilir misin?” sorusuna Yüksel Güran “Hayır, asla korumam” diye yanıt verdi.
Kızı katledilen anne namusunun derdindeydi.
Narin ile ilgili soruları “Bilmiyorum” diyerek geçiştiren anne, “Namusuma leke sürdüler. Ben 22 senelik evliyim, 5 çocuğum var. 22 senedir kocam bana tokat atmadı, gül gibi baktı. Salim (tutuklu amca) ile ilişkim varsa beni öldürün, namusuma leke sürmeyin.” diye tepki gösterdi.
Gazetecilerin yayınlarında, eşarbının ve kıyafetlerinin renginden anlam çıkarmaya çalıştığı anne Güran da cinayeti aydınlatmaya yarar iki kelime bile etmemişti.
Ve söz amca Salim Güran’daydı.
Narin’in kaybolduğunu kızından öğrenmişti. Telefonundaki silinen mesajları “eskort ve keleş mermisi yazışmaları” olarak açıkladı.
Onun da derdi Narin’in katledilmesinden çok anne Yüksel gibi namusuydu, “Benim (Yüksel Güran ile) ilişkim yok. Abime böyle namussuzluk yapmam.” dedi.
Komşusu Nevzat Bahtiyar’ı suçlayan Salim Güran ne talimat verdiği iddialarını ne de cesedin bulunduğu bölgeye gittiği tespitlerini kabul etti. Hâkimin, "Narin’i kim öldürdü?" sorusuna, "Narin'i kim gömmüş, Nevzat Bahtiyar. Çıksın itiraf etsin" dedi.
Baba ailesinin arkasında
Sanıklardan sonra tanıklar da dinlendi. En önemli tanık baba Arif Güran’dı. Ailesinin arkasında durdu. “Katil Nevzat Bahtiyar” dedi.
Cezaevindeki oğluyla görüşmesinde “Çok konuşma” diye yaptığı uyarıyı, “Ben miyim katil? Oğlumu mu koruyorum? Oğluma ne diyeyim? Sadece moral vermişim.” diye geçiştirdi.
3 gün süren duruşmada bir arpa boyu yol alınamadı.
Mahkeme heyetinin sanıklara sorduğu onlarca soru yanıtsız kaldı.
Hem savcının hem de gazetecilerin “Baz kayıtlarına göre 4’ü de Narin öldürüldüğünde evdeydi” diyerek suçladığı daraltılmış baz olarak adlandırılan raporun nasıl hazırlandığı belli değildi. Aynı evde oldukları nasıl belirlenmişti?
Mahkeme de davanın sonunda bunu sordu. Raporu hazırlayan kişilerden, “hangi yöntemle, hangi cihazla, hangi bilimsel teknikle bu raporu hazırladıklarını ve yanılma payı olup olmadığını” ayrıntılı olarak açıklamalarını istedi.
Bu rapor ne kadar aydınlatıcı olur bilinmez ama bilinen bir şey var ki savcılar şüphelilerin hep bir adım gerisindeydi.
Bu durum da iddianamenin satır aralarında yer alıyordu aslında.
Soruşturmanın eksiklikleri
Narin'i öldürmekle suçlanan ağabey Enes Güran'ın kolundaki izler 5 gün sonra fark edilmiş, üzerinden zaman geçtiği için diş izleriyle ilgili tespit yapılamamıştı.
İddianameye göre, araçların incelenmesi de günler sonra akla geldi. Narin'in DNA'sının bulunduğu amca Salim Güran'ın arabası tam 9 gün sonra incelendi. DNA çıkar çıkmaz, jandarmalarla aramalara katılan amca Salim Güran gözaltına alındı. Ama geç kalınmıştı. Çünkü amca Güran'ın senaryosu da ifadesi de hazırdı.
Yine arabanın arandığı gün aile üyelerinin cep telefonlarına da el konulması kararı verildi. Ona da geç kalındı. Çünkü aile üyeleri özellikle Narin'in kaybolduğu güne ait tüm görüşme ve yazışmaları silmişti.
Küçücük mahallede iki elin parmaklarını geçmeyecek güvenlik kameraları neden detaylı incelenmedi?
İddianameye göre derenin olduğu bölgeyi gören bir çiftliğin kamerası vardı. Narin'in cesedi bulunduktan sonra o kamera incelendi. Ve Narin'in cesedini dereye koyan Nevzat Bahtiyar'a bu kameradan ulaşıldı. Üstelik aynı kamera görüntülerinde amca Salim Güran da vardı. Bahtiyar'ın ardından saatler sonra gece saatlerinde dereye, cesedin atıldığı yere geldi. 7 dakika kalıp cesedi kontrol ettikten sonra ayrıldı. Eğer bu görüntülere zamanında bakılsaydı Narin'in cansız bedenine hızla ulaşılacak, şüphelilerin delil karartması belki de engellenebilecekti.
Anneden şüphelenilmesine rağmen günlerce ifadesi alınmadı. Jandarma tutanağı anneden şüphe duyulduğunu ortaya koyuyordu. Anne ile jandarma arasındaki konuşmaların yer aldığı tutanakta, annenin Narin Güran'ın bulunamamış olmasına rağmen kızının öldüğünden adeta emin olduğu belirtiliyordu. Annenin, oğlu Enes Güran'ı koruma çabası içinde olduğu da tutanak altına alındı. Ama bu tutanağa rağmen anneye günlerce dokunulmadı. 6 gün sonra savcılık gözaltına alınmasını istedi.
Aile üyelerinin sıcağı sıcağına sorgulanması halinde, aylardır susan şüphelilerin çözülmesi ve itirafların gelmesi kuvvetli ihtimaldi.
Yalanların sulandırdığı soruşturma
Ancak tam anlamıyla çözülmeden, sosyal medya baskısıyla davası açılan cinayet soruşturması, bir benzincinin Salim Güran’ın arabasının ön koltuğunda Narin’in cesedini battaniyeye sarılı halde gördüğü, Narin kayıpken bulunan bir terlik için anne Yüksel Güran’ın “Narin’e ait değil” diyerek kızının bulunmasını engellediği, Narin’in evindeki halıların delilleri karartmak için yıkandığı, Narin’in aslında Salim’in öz kızı olduğu, köyde Hizbullah cephaneliği olduğu gibi yalanlarla sulandırıldı.
Diyarbakır Barosu’nun müdahil olduğu ama avukatlardan önce Gülben Ergen'in salona alındığı ve bir çok avukatın kalabalıktan içeri giremediği bu davadan sonuç almak için sanıkların konuşması dışında bir seçenek görünmüyor.
Yoksa işin içinden çıkamayan mahkemenin de iddianamede savcının dediği gibi "Anne, ağabey, amca ve komşu birlikte öldürdü" diyerek cezaları açıklaması sürpriz olmayacak.
26 Aralık’ta görülecek ikinci duruşma davanın akıbetini daha da netleştirecek.
240 - 20
Türkiye’de siyaset hiçbir zaman sakin değil ama 22 Ekim’den beri daha bir hareketli.
Ne zaman ne olacağı asla kestirilemiyor. Bahçeli’nin Öcalan çıkışı, TUSAŞ’a yönelik terör saldırısı ve son olarak Esenyurt ile başlayıp Mardin, Batman ve Halfeti ile devam eden kayyum kararları.
Olan biteni daha iyi anlayabilmek için son gelişmeleri bölgeyi ve Kürtleri en iyi bilen isimlerden sosyolog Prof. Dr. Mesut Yeğen ile konuştuk.
Devlet Bahçeli ve onun açıklamasını destekleyen Erdoğan’ı da içine katarsak iktidarın bu adımı gerekçelendirmesindeki temel, bölgesel dinamikler. Başka pek çok senaryo da konuşuluyor tabii… Siz, Bahçeli’yi bu adıma teşvik eden bölgesel dinamikleri nasıl okuyorsunuz?
Öncelikle esas olarak bu tespite katılıyorum. Yani hem üzerine konuştuğumuz açıklamaların ardında esas olarak bölgesel dinamiklerin etkili olduğu tespitine katılıyorum hem de Bahçeli’nin konuşmalarında geçen bölgesel dinamiklerin değişmiş olduğu tespitine katılıyorum.
Peki, bölgede değişen durum ne? İktidar ne görüyor?
Hepimizin gördüğü üzere 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e saldırısından ve akabinde İsrail’in çok ağır yanıtından sonra bölgede değişen bir durum var. Şimdi 7 Ekim öncesini bir düşünelim.
7 Ekim öncesinde başta Irak ve Suriye’de tam olarak istediği olmasa da Türkiye'nin istediğine yakın bir durum gerçekleşmişti.
Irak'ta Türkiye ve İran’ın bastırmasıyla Irak Kürtlerini bağımsızlık yolundan alıkoyan bir statüko, Suriye'de de Türkiye’nin 2016 sonrasında yaptığı harekatlarla Suriye Kürtlerini Türkiye’nin güney sınırı boyunca egemen olmaktan alıkoyan bir statüko oluşmuştu.
Türkiye tabii ki bundan fazlasının olmasını isterdi ama bu kadarı da Türkiye açısından fena bir sonuç değildi. Özetle, İsrail, Türkiye, İran ve Körfez arasındaki denge bölgede bir statüko oluşturmuştu ve bu statüko içerisinde Kürtler Türkiye’nin çok da rahatsız olmayacağı bir durumdaydı.
7 Ekim’den sonra gelişen durum sözünü ettiğim bu dengenin ve bu dengeyle oluşan statükonun bozulmasının ve yeni bir dengenin oluşmasının önünü açmış durumda.
İsrail’in önce Hamas’a ardından Hizbullah’a ve arada da Suriye’ye yönelen saldırıları İran’ın bölgedeki vekillerini ve gücünü eritmek üzere. Özetle, İran’ın hep sözü edilen Direniş Ekseni ya da Şii hilali tarihe karışmak üzere.
Ama bundan daha önemlisi, bu duruma Körfez ve Atlantik bloku onay vermiş durumda ve Türkiye de bunu engelleyebilecek gibi görünmüyor ya da engellemek ister mi meçhul.
Özetle, 7 Ekim’den sonraki süreç İran’ın Lübnan’daki ama daha önemlisi Suriye'deki gücünü azaltmış durumda ve Irak’ta da benzer bir süreç gelişebilir. Bu vaziyet hem Suriye’de hem de Irak’ta Kürtlerin ve temsilcisi örgütlerinin ve dolayısıyla PKK’nın gücünü artırabilir.
Bahçeli’nin açıklamalarıyla başlamış görünen sürecin ardında bu resmin olduğunu düşünüyorum. Türkiye bir tedbir almak istiyor. Kanaatim, bu bahsettiğim süreç bu biçimde ilerlerse Türkiye bölge Kürtleriyle ve Türkiye Kürtleriyle karşı karşıya gelebileceğini düşünüyor ve bunun önüne geçmek istiyor. Bu karşı karşıya gelme durumunu engellemek için Türkiye Kürtlerle Bahçeli’nin de bahsettiği gibi bir tür Osmanlı barışı kurmak istiyor. Anladığım bu.
Peki, bu haftanın başında bir anda gelen kayyum haberleri… Önce CHP ile DEM Parti’nin kent uzlaşısı içerisinde aday gösterdiği Esenyurt Belediyesi… Ardından Mardin, Batman ve Halfeti belediyeleri… Sizin için sürpriz oldu mu bu haberler?
Sürpriz olduğuna şüphe yok. Hiç beklenmedik bir adımdı. TUSAŞ saldırısından sonra hükümet tarafından yapılan açıklamalar tam aksi yöndeydi. Saldırıya rağmen “devam ederiz” denmişti.
Ama kayyum meselesi farklı. Kayyum sürecin bittiğini değil Cumhur İttifakı içinde, Erdoğan ile Bahçeli arasında bir uyumsuzluk, bir anlaşmazlık olduğunu gösteriyor.
Uyumsuzluğun da ciddi seviyede bir uyumsuzluk olduğu anlaşılıyor. Tahminim şu: Bahçeli'nin sözcülüğünü yaptığı süreçten kimilerinin iddia ettiği gibi Erdoğan bihaber değil ama sürecin yoluna, yordamına, kimin yöneteceğine dair anlaşmazlıklar var. Keza, sürecin nasıl götürülebileceği konusunda iyi ve sağlam bir etüdün yapılmamış olduğunu gösteriyor diye düşünüyorum kayyumların atanmasını.
Dolayısıyla kayyum işini Erdoğan'ın yaptığı bir fren olarak görüyorum. İki şoförü olan bir süreç bu, Erdoğan şimdilik frene basmayı uygun görmüş durumda. Tahminim şu: Erdoğan ve ekibi Bahçeli’nin süreci tanımlama biçiminden değil ama yürütme biçiminden emin değiller ve biraz daha etüd ederek ilerleyip ilerlemeyeceklerine karar vermek istiyorlar.
Ama Bahçeli çıkıp mesajı tekrarladı. Bunun anlamı, verdiği mesaj neydi sizce?
Galiba Bahçeli karizmasını çizdirmemeye kararlı ve anladığım kadarıyla süreci hızlı bir şekilde yürütmek istiyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın hamlesine karşılık bir hamle gelmiş gibi görünüyor. Bahçeli Erdoğan’a yeniden cumhurbaşkanı olmak istiyorsan başka yolu yok demiş oldu son konuşmasıyla.
Bir yandan siyaset kulislerinde dillendirilen bir senaryo da, bu kayyum kararlarıyla iktidarın CHP ve DEM Parti’yi bir arada durmaya zorlayarak, CHP içindeki bölünmeleri beslemeyi, büyütmeyi hedeflediği iddiası. Bu senaryo size mantıklı geliyor mu?
Bütün bu işlerin, bu kadar büyük adımların ve açıklamaların CHP'nin içini karıştırmak için tasarlandığını söylemek bana pek makul gelmiyor ve biraz da ciddiyetsiz buluyorum bu türden tespitleri. Bu türden sonuçları olabilir, o açık. CHP DEM Parti’yle Kürtlerle ilişkisinden dolayı zaten bir çatlak üzerinde yürüyordu. Seçim başarısı bu çatlağı görünmez kıldı ama bu çatlak hep oradaydı. Birileri “bu çatlakları büyütmek için bu işe kalkıştı ve sonuç aldı” demek bana üzerine konuştuğumuz işi biraz hafife almak gibi geliyor. Devlet Bahçeli gibi biri sırf CHP’deki çatlağı büyütmek için Kürt meselesinde geçmişte yaptıklarının, söylediklerinin neredeyse tam aksine bir yeni pozisyon alıp, “Öcalan’a gel Meclis’te konuş” daveti yapıyor demek bana ciddiye alınabilir bir yorum gibi görünmüyor.
Peki, bugünden sonra sizce işler nasıl gelişebilir? Önümüzdeki olası senaryolar neler?
Kestirmek zor. Ama çok kabaca bence önümüzde iki büyük senaryo var. Ya Bahçeli'nin açtığı yol biraz tahkim edilir ve bu yolda ilerlenir ya da Türkiye bir erken seçime gider. Bahçeli kararlı, geri adım atacak gibi görünmüyor. Tahminim, Erdoğan’ın ve ekibinin tereddütlerini giderecek tahkimatlar yapılır önümüzdeki dönemde ve bu arada süreç biraz bekler muhtemelen. Fakat Erdoğan bu süreci tümden iptal etmeye kalkarsa bir erken seçime gitmek zorunda kalabiliriz gibi görünüyor. Bahçeli yaptığı Türkiye ve bölge analizinin gerektirdiklerini siyasetin diğer aktörleriyle konuşarak yapmak sopasını gösterebilir. Ama bunlardan hangisine yakın bir senaryonun olabileceğini söylemek için henüz çok erken.
Peki, diyelim ki Bahçeli ve Erdoğan kendi aralarında uzlaştı, süreç devam ediyor. Öcalan geldi Meclis'e ve konuştu. Burada çok merak edilen noktalardan biri de, bunun etkisinin ne olacağı? Öcalan'ın hâlâ Kandil’i etkileme, örgütü lağvetme etkisi, kapasitesi var mı?
Öncelikle Mecliste konuşma işini bence unutalım. O bence jestüel bir açıklamaydı. Öcalan’ın kendisi bile böyle bir imkanı kullanmak istemez diye düşünüyorum. Ama diyelim ki iş Meclis’te konuşmasına değil de Öcalan’ın sürece dahil olmak üzere sahne almasına imkan verecek şekilde evrildi.
Bu durumda şunu takdir görmek gerekir; Öcalan Kandil'e “Sizi lağvettim. Silahlarınızı bırakıyorsunuz, sonrasına bakacağız” derse Kandil buna uymaz. Ama zaten Öcalan da bunu demez. “Şunlar olacağı için silah bırakılacak” derse ve olacağı söylenen şeyler de Kürt kamuoyu açısından tatmin edici olursa Kandil de Öcalan’ı takip eder. Şunu unutmayalım: Türkiye'de Öcalan'ın Kürt kamuoyu üzerinde güçlü bir etkisi var ve Kürt kamuoyu çok uzun zamandır silahsızlanmadan yana ve silahlı faaliyetin Kürtlere bir yarar getirmediğine ikna olmuş durumda. Özellikle de 2016'dan sonra yaşananlardan dolayı. Ayrıca Türkiye'de 10 senedir bir PKK faaliyeti yok. Durum buyken yani zaten örgüt Türkiye'de yokken, “Silah bırakmıyorum. Türkiye'ye karşı silahlı faaliyeti durdurmuyorum” demenin en azından Kürt kalabalıklar nazarında bir karşılığı yok. Hele de Öcalan gibi bir figür de bu fikri savunursa.
Öcalan örgüt üzerindeki karizmasından dolayı örgüte istediğini yaptırabilir demiyorum ama hem geride bıraktığımız 10 senede yaşananlar hem de Kürtlerin silahlı faaliyete olan uzaklıkları Kandil’in Öcalan’dan gelecek silahsızlanma önerisine karşı çıkmasını güçleştirir.
Röportajın tamamını okumak için profildeki bağlantıyı ziyaret edin.
242 - 28
"Bugünün erken saatlerinde, yarı finalin ilk seti bittiğinde yürümekte bile zorlanıyordu. Final maçından çekilebileceğini düşünmüştük. İyi ki çekilmedi. Çünkü şu anda Merida'da şampiyon."
Zeynep Sönmez'in Merida'daki final maçını takip etmek isteyenler, Meksika ile saat farkından dolayı gece 3'e alarmını kurmuştu. Kimi uykusundan uyanmış, kimi de yatağında geçirebileceği saatlerden feragat edip finali beklemişti. Yayın, Zeynep'in daha önce de defalarca dile getirdiği gibi ulusal kanalda şifresizdi. Böylece herkes rahatlıkla izleyebiliyordu. Ve Zeynep, rakibi Ann Li'ye karşı yalnızca 1 saat 10 dakika sonunda şampiyonluk puanını buldu.
Puan başlangıcında herkes soluğunu tutmuş, vücudunda atan tüm damarları hissetmeye başlamıştı. Zeynep'in kupayı kazandığı anki mutluluk gözyaşları, sandalyesine gidip telefonda annesiyle konuşması, çeyrek finalde Meksikalı Renata Zarazua'yı elemiş olmasına rağmen tribünde onu selamlayan çocuklar, seremonide verdiği röportaj sanki rüyaymış gibi geliyordu.
Bu bir rüya değildi belki ama pazartesi sabahı bu defa işe veya okula gitmemiz için çalan alarm bizi hakikate döndürmüştü. Yine de heyecan geçmiyordu. Çağla Büyükakçay'ın 2016'daki İstanbul Cup zaferinden beri teniste ilk kez böylesi bir coşku yaşıyorduk.
Gerçeği idrak etmeye çalışırken sosyal medyaya göz attım. Türkiye'nin en başarılı kadın tenisçisi Büyükakçay, genç meslektaşı için bol bol paylaşım yapıyor, destek veriyordu. Gülümsedim. Daha sonra maçın geniş özetine, o tarihi anları oluşturan parçaların nasıl olup da bir araya geldiğine tekrar bakmak istedim. Tüylerim diken diken oldu. Videoyu son saniyesine kadar kapatmak istemedim.
Nihayetinde uluslararası yayındaki spikerin ağzından yazının en başındaki sözler döküldü. Dünyada şimdiden yarattığı etkiyi, ileride çıkabileceği seviyeyi düşünüp kendi kendime gururlandım. Ve içimden tekrar ettim: "Şu anda şampiyon."
Çağla'nın WTA International kategorisinde oynadığı turnuva evimizdeydi. Şimdi Zeynep'in de kazandığı WTA 250 seviyesi şampiyonaların muadilydi. İlk olduğu için tadı bir başkaydı.
Zeynep de Meksika'ya uçmadan önce Japonya'da oynamış, üstüne 12 saatlik bir yolculuk yapmış, ilk üç maçının ikisini 1-0'dan dönerek kazanmış, yarı final müsabakası yağmurdan dolayı ertelenmiş, böylece tek günde iki maça çıkmak zorunda kalmıştı.
Öyle ki artık tansiyonu bile maç ortalarında alarm veriyordu. Buna rağmen sekiz saat arayla oynadığı iki maçı da rakiplerini sahadan silerek kazandı.
2002’de İstanbul’da doğan Zeynep 6 yaşından beri bu anın gelmesini bekliyordu. Başlarda basketbol ve yüzmeyi denese de kendisini en iyi hissettiği oyun alanı parke veya havuz değil tenis kortlarıydı. Her gün yaklaşık altı saat antrenman yapıyordu. Şimdi ise evinden binlerce kilometre uzakta zirvedeydi. Onu tenise yönlendiren Şener Hoca’sı ile ailesinin sonsuz desteği bugünlere taşıdı onu.
Bu öykünün damakta bıraktığı lezzet daha bir başkaydı.
O dönem çıtayı dünya 111. sırasına kadar çeken Çağla'dan bayrağı teslim alan Zeynep, burada aldığı puanlar sayesinde şimdi dünyada ilk 100 tenisçi arasına girdi.
Bu da 90. basamağa yükselen Zeynep'in, dünyada ilk 104 sıranın direkt katılım gösterdiği, tenisin en üst seviyesi Grand Slam turnuvalarına bile ön eleme oynamadan, ana tablodan girebileceği anlamına geliyor.
Avustralya Açık'ta bu defa alarmlarımızı sabah saatlerine kuracağız. Yeri gelecek öğle, akşam, gece demeden yine Zeynep'in maçlarını izleyeceğiz.
Önce inanacağız ona.
Çünkü yolun çok başındayız...
Batuhan Herdem yazdı.
541 - 18
Atatürk, 10 Kasım 1938 günü hayata gözlerini yumdu. Ancak onu anlama ve anlatma çabası, aradan geçen 86 yıla rağmen sürüyor. Çünkü hayat bize onu sık sık düşündürtüyor.
Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün kafasında uzun yıllar şekillendirdiği bir projeydi. Zaferden sonraki devrimleri ve hayalindeki Türkiye’yi önden planlamıştı:
Demokratik, laik, insan haklarına dayalı, kadın erkek eşitliğini gözeten, aklın ve bilimin izinden giden modern bir hukuk devleti…
Azimli, meraklı ve etrafında olup bitene karşı uyanık bir yetimin kurduğu hayallerle başlayan bu yolculuk, yıkık ve bitap düşmüş ülkeyi parçalanışın kenarından alacak, yıllar süren savaş ve ardından gelen aralıksız devrimlerle yeni ve saygın bir devlete dönüştürecekti.
Cumhuriyet bir asrı geride bırakıp ikinci yüzyılına girmişken Atatürk’ün başlattığı mücadele de bitmiş değil.
Onu, hayat hikâyesine yakışır bir sinema filmi ile tüm dünyaya tanıtma fikri de yeni sayılmaz. Yazar Murat
Toklucu, Türkiye’deki gazete arşivlerinin 1940’lardan 1990’lara kadar yabancı sinemacılarla yapılması düşünülen onlarca Atatürk filmi haberiyle dolu olduğunu yazar. Ancak bu Atatürk filmi bir türlü çekilemez.
Ta ki yapımcı Saner Ayar, senarist Necati Şahin ve yönetmen Mehmet Ada Öztekin, ATATÜRK 1881-1919 filmiyle bu hayâli gerçeğe dönüştürene kadar.
Tıpkı öncülleri gibi türlü badireler atlatan film Amazon Prime Video’nun devreye girmesiyle izleyicilerle buluşabildi. Atatürk’ün 86. ölüm yıl dönümünde ise orijinal formatında, altı bölümlük dizi olarak yalnızca Prime Video’da izlenebilecek.
Fayn, Amazon Türkiye işbirliği ile Mustafa Kemal Atatürk’ün çok bilinmeyen özelliklerini ATATÜRK 1881-1919 filmi ve hakkında yazılan biyografi kitaplarına yansıyan 10 anekdotla anlattı.
* Filmdeki kimi sahnelerde tarihsel gerçeklikten kopmamak kaydıyla kurgusal unsurlara yer verilmiştir. Metindeki alıntılardan bazıları da filmdeki kurgu sahnelerdendir.
“Mesuliyetin yükü ölümden de ağırdır”
1881 yılında Mustafa’nın doğduğu Selanik 100 bine yakın nüfuslu, modernleşmenin izlerinin görüldüğü, gelenekselle yeninin bir arada olduğu bir şehirdi. Kreiser’in Atatürk biyografisinde anlattığına göre, musluk suyunun, gaz lambasının ve tramvayın (1893) olduğu bir liman kentiydi. Farklı dine mensuplar bir arada yaşardı. Ticaret canlıydı.
Mustafa’nın babası Ali Rıza Bey astsubay ve gümrük memuru olarak devlette çalıştıktan sonra kereste ticaretine başlamıştı. Ülke meselelerine dertlenen, sözünü esirgemeyen biriydi.
Kız kardeşi Makbule’nin anlatımına göre eşkıyalar babalarını tam üç kez fidye için kaçırmış, Ali Rıza Efendi boyun eğmeyince tüm tomruk ve kereste stokları yakılmış, işleri bozulmuştu. Zamanla sağlığı da…
Ali Rıza Bey ölüm döşeğinde 12 yaşındaki oğlu Mustafa’ya son bir nasihat verdi:
“Sana bir mesuliyet vereceğim ama unutma mesuliyetin yükü ölümden de ağırdır. Okuyacaksın, büyük adam olacaksın, kimseye kendini ezdirmeyeceksin.”
Mustafa Kemal babasının ölümünden, asayişi sağlayıp eşkıyaları durduramayan aciz idarenin sorumlu olduğunu düşünüyordu.
“Gör bak neler olur”
Babasının vefatından sonra Mustafa’nın hayatı zorlaştı. Annesi biri 40 günlük üç çocuğuyla dul kalmıştı. Mustafa ise azimli, meraklı, akıllı bir çocuktu.
Annesi ve dayısı arasında küçük Mustafa’nın geleceği tartışma konusu olmuştu. Zübeyde Hanım ağabeyine “Yetimdir bu çocuk, yetimden ne olur?” diye haykırmıştı.
Mustafa bu konuşmayı duydu. Ve hiç unutmadı. Annesine aksini peyderpey ispat edecekti.
“Yalnız biz erkekler mi haklıyız?”
Mustafa, Selanik’te askeri rüştiyeye devam ederken çevresinde yaşananlara duyarlı bir çocuktu. Gazeteci ve yazar İpek Çalışlar’ın Mustafa Kemal Atatürk: Mücadelesi ve Özel Hayatı kitabında anlattığına göre, bir okul arkadaşının teyzesinin eşi tarafından kapıya konulması onu çok öfkelendirmişti.
Hararetli hararetli teyzesiyle birlikte sokakta kalan arkadaşının durumunu annesine anlattığında Zübeyde Hanım “kısmet” demişti. Mustafa’nın tepkisi, geleceğin liderinin vizyonunu açık ediyordu:
“Kısmet değil bu anne. Haksızlık bu. Çoluklu çocuklu bir kadın. Kim bakacak bunlara? Tek bir adamın sözüyle her şey birden yıkılıveriyor. Yalnız biz erkekler mi haklıyız?”
Aklı almıyordu kadınların maruz kaldığı haksızlıkları, mesnetsiz suçlamaları, hakkın hukukun kadınlara gelince farklı olmasını…
Annesinin kapısına gelen, yardım isteyen, haksızlığa uğramış kadınların çaresizlikleri onu öylesine öfkelendiriyordu ki, bir gün annesine “Ben evlenmeyeceğim” dedi.
Mustafa yıllar sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin lideri olduğunda kadını ezen bu arkaik gelenek ve düzenlemeleri yok etmek için elinden geleni yapacaktı.
Önce kız çocukların erkeklerle eşit eğitim görmesini, kız çocuklar için meslek okulları kurulmasını sağladı.
Medeni Kanun ile kadın ve erkek Türk vatandaşı olarak eşit sayıldı. Kadın miras ve mülkiyette eşit haklara sahip oldu. Çok kadınla evlilik yasaklandı. Boşanmada kadına da söz hakkı tanındı. Resmi nikah zorunlu kılınıp evlenme yaşı 18 olarak belirlendi. Erkeklerle aynı işlerde çalışma ve eşit ücret hakkı verildi. Türkiye’de kadınlar seçme ve seçilme hakkını dünyadaki pek çok ülkeden önce kazandı.
“Mesele ölmekte değil, ölmeden idealimizi yaratmaktadır’’
Mustafa Kemal yüzbaşı rütbesiyle mezun olur olmaz Şam'a tayin edilmiş, yani bir nevi sürülmüştü. Burada beşinci orduda üç yıl görev yaptı. Suriye’nin hemen her yerini dolaştı, yönetimdeki aksaklıkları bizzat gördü; halkın sorunlarını, beklentilerini, haletiruhiyesini kavradı.
O dönemlerde bir akşam, tanıştığı ve sohbet etmekten zevk aldığı birkaç kişiyle bir sofrada, “İhtilal yapmalı, inkılap yapmalı” dediği bilinir.
O meclisteki birkaç kişiden biri, bu uğurda oradan oraya sürüldü. Bir diğeri “Ben çoluk çocuk sahibiyim. Namuslu bir adam olduğum için size tabi olurum ama benden bir şey beklemeyin” dedi.
Mustafa Kemal’in yanıtı sarihti: “Buradan derhal gidiniz. Bizim bundan sonra konuşacaklarımızı dinlemeniz caiz değildir.”
Kalanlar, inkılaptan, inkılap yolunda ölmekten bahis açınca Mustafa Kemal “Mesele ölmekte değil, ölmeden idealimizi yaratmak, yapmak ve yerleştirmektedir” dedi.
Vatan ve Hürriyet Cemiyeti işte o gece kuruldu.
Kaynak: Türk Tarih Kurumu, Belleten, 1937
‘‘Kanuna uyulsun istiyorsak önce bizden başlamalı’’
Tarih 23 Temmuz 1908. İttihat ve Terakki, 32 yıllık II. Abdülhamit istibdadını bitirdi. II. Meşrutiyet ilan edildi, 1876 anayasası yeniden yürürlüğe girdi, seçim ve meclisin derhal toplanması kararı alındı.
Dönemin parlayan yıldızı “hürriyet kahramanı” olarak anılan, İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden Enver Bey’di.
Sultan Abdülhamit’in gazetelerde yayımlanmak üzere gönderdiği “Bugün bütün millet İttihatçıdır, ben de reisleriyim” beyanı İttihatçıları küplere bindirdi. İhtilali gerçekleştiren Abdülhamit’in hürriyeti sahiplenmesini sindiremediler. Enver Bey İstanbul’a Avcı Taburları’nı göndermeye karar verdi.
Ancak o sırada Selanik’te kolağası rütbesiyle görev yapan İttihat ve Terakki mensubu Mustafa Kemal, karara karşı çıkacaktı.
Bu son olmayacak, iki isim ömürleri boyunca sık sık görüş ayrılığına düşecekti.
Enver Bey’i herkesin alkışladığı salonda Mustafa Kemal tek başına “Hangi sıfatla?” diye soracak ve kanunu hatırlatmaktan geri durmayacaktı:
“Anayasanın hangi kuvvetine dayanarak yapacağız bunu? Kanuna, nizama uyulsun istiyorsak, önce bizden başlamalı.”
Mustafa Kemal askerlikten siyasete geçip üniformasını çıkardığında da hukukun üstünlüğünü gözetecek, her türlü düzenlemenin meşru bir zemine dayanmasına ihtimam edecekti.
Atatürk başlıklı biyografi kitabında Klaus Kreiser’in aktardığına göre Mustafa Kemal, taze Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk kurumlarına ayrı bir özen gösteriyordu. 5 Kasım 1925 tarihinde, Ankara Hukuk Mektebi’nin açılışında şöyle diyordu:
“Cumhuriyeti güçlendirecek olan bu büyük kurumun açılışında hissettiğim mutluluğu hiçbir başka girişimde duymadım.”
‘‘Ben yarbay Mustafa Kemal. Baba ocağınız sönmesin diye size zafer vadediyorum’’
Atatürk, I.Dünya Savaşı’nın başladığı günlerde Bulgaristan’da ateşemiliter olarak görev yapıyordu. Osmanlı’nın fiilen savaşa dâhil olmasıyla cepheye koştu ve yarbay olarak katıldığı Çanakkale Savaşı’nda Anafartalar Grup Komutanlığı’na kadar yükseldi.
İngiliz ve Fransızlar, Çanakkale Boğazı’nı Osmanlı’yı saf dışı bırakmanın ve müttefikleri Rusya ile birleşmenin anahtarı olarak görüyorlardı.
19 Şubat 1915’ten itibaren boğaza yönelik saldırılarını yoğunlaştırdılar. Mart geldiğinde itilaf gemileri Çanakkale Boğazı’ndan içeri doğru hareket etmiş, ancak beklemedikleri bir savunmayla karşılaşmıştı. Boğazı denizden geçme fikrinden vazgeçip Gelibolu yarımadasına karadan çıkarma yapmaya karar verdiler.
Ancak burada da karşılarına “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum” diyen bir komutan ve onun vatan için gövdesini siper etmeye hazır askerleri çıkacaktı.
Mustafa Kemal Atatürk, bir gazeteciyle sohbetinde, “Kazandığımız an, bu andır” diyerek Çanakkale Savaşı’yla ilgili şu anısını anlatacaktı:
“Conkbayırı’nın güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve korunması göreviyle orada bulunan bir müfreze efradının Conkbayırı’na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Bizzat bu efradın önüne çıkarak:
– ‘Niçin kaçıyorsunuz?’ dedim.
– ‘Efendim düşman!’ dediler.
– ‘Nerede?’
– ‘İşte!’ diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Filhakika düşmanın bir avcı hattı, 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve tamamen serbest olarak ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün: Ben kuvvetlerimi bırakmışım, efrat on dakika istirahat etsin diye… Düşman da bu tepeye gelmiş… Demek ki, düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman, benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena vaziyete düşecekti. O zaman artık bunu bilmiyorum, bir muhakeme-i mantıkiye midir, yoksa içgüdü ile midir, bilmiyorum; kaçan efrada:
– ‘Düşmandan kaçılmaz’ dedim.
– ‘Cephanemiz kalmadı’ dediler.
– ‘Cephaneniz yoksa, süngünüz var’ dedim.
Yazının tamamını okumak için profildeki bağlantıyı ziyaret edin.
737 - 20
Antakya’ya son gidişim, 21 Eylül 2024’teydi. Depremden bugüne kadar olan süreçte birçoğumuz için değil bir ay, bir hafta bile oradan -fiziksel olarak- uzak kalmak, bir sonraki gidişimizde Antakya’daki her şeyin değişmiş olabileceği anlamına geliyor.
Her defasında tanıdığımız sokaklar biraz daha değişmiş, anılarımızın mekânları biraz daha yıkılmış, zeytin ağaçları biraz daha azalmış, tarım alanlarının daha büyük bir kısmı betonla görünmez olmuş, gökyüzü hiç geçmeyecekmiş gibi görünen gri bir bulanıklığın içinde kaybolmuş oluyor.
Antakya’da “her şeyin ne kadar yolunda olduğu”nu anlatan pankartlar ayakta kalan bütün duvarları kaplamış, orada ne aradığını bilmediğimiz birçok insan ve toz saçan araçlar Antakya’nın sokaklarında fevri bir şekilde hızla hareket ederken; Antakyalıların yorgunluğu, gelecek endişesi ve umutsuzluğu giderek artmış gözüküyor.
Deprem olduktan hemen sonra başlayan ve hızı, yöntemi, dikkatsizliği, özensizliği ve denetimsizliği nedeniyle aylarca eleştirilen enkaz kaldırma ve yerinde ayrıştırma süreçleri, Antakya’nın atmosferini aylar boyunca tozla kapladı. “Moloz"un içerdiği asbest ve silika başta olmak üzere zararlı tozların solunması nedeniyle halk sağlığı olumsuz anlamda etkilendi.
Belirli bir düzeyde denetim sağlanmaya çalışılsa da hafriyat firmalarının önceliklerini gözeten plansız ve yanlış uygulamalar, moloz döküm sahalarının tarım alanları, zeytinlikler ve sahiller gibi alanlara yakın konumlanmasına sebep oldu. Bunun sonucunda doğal alanlar ve yerleşim yerlerindeki gündelik hayat, geri dönüşü pek mümkün görünmeyen ağır hasarlar aldı.
Aylar geçip de enkaz kaldırma süreçleri büyük ölçüde “tamamlandığında” ise bu defa Antakyalıların temiz bir nefes alma hayalinin önünde, yeni ve daha uzun süreli olmaya gebe büyük bir engel oluştuğunu gördük. Bu engelin başlıca bileşenlerini, depremde yıkılmış olan konutların yerine, her nedense büyük ölçüde doğal alanlarda inşa edilmeye başlanan konut alanlarının şantiyeleri, bu şantiyelere yapı malzemesi sağlamak için ruhsat verilen 60’a yakın taş ocağı ve onlarla eş zamanlı çalışan beton santralleri oluşturuyor.
Bir taraftan bazı konut alanlarında inşaat sürecinin tamamlandığını, buradaki konutların mülk sahiplerinin “hak sahipliği” sürecini takiben kurayla belirlendiğini haber alıyoruz. Fakat aynı günlerde gelen ve yapılmış yeni konutların şimdiden su almaya başlamış duvarları, kırılan mermerleri ve dayanıksız demir malzeme kullanıldığına dair görüntüleri içeren fotoğraflar, Antakya’nın geleceğinde “afete dirençli kent”e dair bir umutsuzluk yaratıyor.
Depreme kadar Antakya’nın merkezinde yaşamakta olanların depremdeki büyük yıkımdan sonra aylar süren “çeperde yeni yapılan konutlarla yerleşmeme” direnci ise, depremi takip eden yedinci mevsime -üstelik zorlu geçen mevsimlerin ardından tekrar gelen kış mevsimine- girerken hâlâ sağlanamamış olan “nitelikli geçici dönem koşulları” nedeniyle yerini bir tür kabullenmeye bırakmaya başlıyor.
Depremin ardından “Antakya’nın merkezinden çıkmayı asla düşünmediği”ni söyleyen yerel halkın büyük bir kısmı, konteyner alanlarında geçen zorlu zamanlardan sonra, çeperdeki bir konuta yerleşmeyi görece makul bulmaya başlıyor.
Akla, ister istemez şöyle bir soru geliyor: Antakyalılar çeperde yapılan konutlara yerleşecekse, Antakya’nın merkezi yapısal olarak onarılıp iyileştiğinde, burada kim yaşayacak?
Deprem toplumsal nedenlerle böylesi bir doğal afete dönüşmüşken, Antakya’nın iyileşmesi de yine Antakyalılar ve Antakya severlerin toplumsal olarak bir araya gelerek, umudu yükseltmesiyle olacak.
Fakat bu ölçekte ve yıkıcı etkide bir afet sürecinin ardından -ya da içinde bulunduğumuz koşullara baktığımızda henüz ortasındayken- günden güne daha yorgun düşen yerel halk, yetkililer ve sorumlular, “elini taşın altına koymaya cesaret edenler”, gönüllüler ve eleştirel alanda kalmanın “dayanılmaz hafifliği”ne sığınanların, Antakya’nın ve Antakyalıların iyileşmesi ve afetlere dirençli Antakya’ya kavuşması için bir araya gelmesinin sağlanması, bu sürecin en büyük ve zorlu sınavı olarak hâlâ bizi bekliyor.
Geçmeye mecbur olduğumuz bir sınav…
Dr. Tuğçe Tezer yazdı
301 - 19
“1970’ler, askerî darbe arifesi… Böyle bir dönemde büyüdü İrfan Alış. Müziğe yeteneği olduğu aşikardı. Fakat ailesinin ekonomik imkanları, İrfan’ın müzik eğitimi almasına el vermiyordu maalesef. Onlar için müzik yapmak zengin işiydi. Ama işte o çocuk büyüdü ve bir şekilde öğrendi müzik yapmayı. Tecrübe ettiği her şeyi müzikle de ifade edebilecekti artık. En nihayetindeyse ülkenin son halk ozanlarından biri olacaktı.”
Hikâyeyi böyle anlatınca, bir dram filminin özeti gibi geliyor değil mi?
Fakat Peyk’in sesi İrfan Alış, dışarıdan göründüğü gibi bakmıyordu yaşadıklarına. Zorluklar, acı, keder, neşe, dayanışma… Hemen herkesin tecrübe ettiği şeylerdi.
Fakat o tüm bunların özündeki hikâyeyi sobeleyip, kelimelere ve melodilere dökebiliyordu. Zaten kendisi de bir hikâye anlatıcısı olduğunu söylüyordu sıklıkla…
Elbette o hikâyelerin de geldiği bir yer vardı. Bir gözlemin ve bir dünya görüşünün yansımasıydı hepsi.
Kırılma noktası askerlikti
İrfan Alış çalışmaya 13 yaşında başlamıştı. Demir doğramacılıktan esnaflığa kadar birçok iş yapmıştı. Öyle ki bir dönem İngiltere’nin yolunu tutup tarlalarda bile çalıştı.
Muhtemelen şarkılarında anlattığı hikâyelerin ilk ilhamı da buralardan geliyor. Farklı coğrafyaları, farklı insanları, farklı emek ve dayanışma alanlarını tecrübe etmişti ne de olsa.
Ancak onun için en önemli kırılma noktası askerlik günleri olmuş.
“Ben askerden önce müzik yapmıyordum hiç” diyor bir röportajında ve ekliyor, “Ne zaman doğudan döndüm, o zaman müziğe başladım. Çünkü orada hayatımın gerçekleri değişti. Doğuya gitmeseydim büyük ihtimalle sigortalı bir iş bulup, evlenip çoluğa çocuğa karışmış biri olacaktım. Hep fakir çocukları vardı orada. Düşün, koğuşun en zengini bendim.”
Aslında bu ifadesi bile onun müzik yaparken odaklandığı şeyi özetliyor.
Seyir defteri
Fakat onun hikâyesinde başka önemli bir kırılma noktası daha var. “Her şey aslında orada başladı” sözleriyle tanımladığı bir dönem bu…
1991’de, İstanbul Üniversitesi’nde, Serdal Ersoy ile yolu kesişince şekillenmişti birçok şey onun için. İkilinin kurduğu dostluk, zamanla Peyk’in temellerini oluşturmuştu. Aradan geçen dört yılda sözler ve besteler birikmiş, gruba Ertan Çalışkan ve Özgür Ulusoy da eklenmişti.
2006’da Barış Tokgöz’ün ekibe katılmasının ardından, sıra yıllar içinde biriken şarkıların kaydedilmesine gelmişti. O günden sonra da Peyk’in çekirdek kadrosu hiç bozulmadı. ‘90’lardan beri hep birlikte yürüdüler bu yolu. Tokgöz’ün ekibe dahil olmasından bir sene sonra grubun ilk albümü “Suluşaka” yayımlandı. Birçok müziksever, Peyk ve İrfan Alış ile bu albüm vesilesiyle tanıştı.
Farklı geleneklerden gelen beş gençten oluşuyordu grup. Fakat hepsi aynı heyecanı duyuyordu. Yaşadıkları dönemin seyir defterini yazmak istiyorlardı belli ki. İrfan Alış da röportajlarında bunu sık sık belirtiyordu.
Peyk’in şarkılarının bir hikâyesi vardı, bir nevi günlük gibilerdi. Alış’ın yazdığı şarkı sözlerinde de bir hatıratın sayfalarında geziniyormuşsunuz gibi bir his vardı hep. “İçimdeki İz” (2011) ve “Teslim Olma” (2014) albümlerinde bunu çok daha net bir şekilde duyuyorduk. Ve bu da İrfan Alış’ın başka bir özelliğini gösteriyordu bize.
Yoldaş
Evet, bir hikâye anlatıcısıydı İrfan Alış. Fakat onun yazdığı hikâyeler birer “peri masalı” ya da kurmaca değildi asla. Sokakta ne gözlemliyorsa onu anlatmak istiyordu.
Türkiye’de olup biteni de Peyk’in parçalarında duyabiliyorduk. “Sobe” şarkısı mesela… Sakalının, saçının rengi ağarmış birinin hikâyesiydi bu belki… Ama işte, ülke gençliğinin duyduğu endişeyi de paylaşıyordu, “Artık hayalim yok, ne ideal” sözleriyle. Ya da “Yürüyor Sokak (Sobe II)” parçası… Gezi Parkı eylemlerine bir selam gibiydi aslında.
Ticari kaygılarla yazılan, toplumun meselelerinden kopuk besteleri “Yaşadığını inkâr eden şarkılar” olarak tanımlıyordu Alış. Bu toprakların derdi, onun derdiydi. Anlattıkları, bizim hikâyemizdi. Kısacası ona yakıştırılan halk ozanı unvanının hakkını veriyordu kendisi.
Diğer taraftan dayanışmanın da ne denli kıymetli bir şey olduğunu biliyordu. Ekoloji ve insan hakları mücadelelerine sürekli destek veriyordu mesela. Politik meselelere dair fikirlerini açıkça söylemekten hiç çekinmiyordu. “Müzik başlı başına bir devrimdir. O yoksa sessizlik… Sessizliğiyse sadece diktatörler ve baskıcı rejimler ister.” diyordu bir röportajında.
Onun bu tavrı sadece söylemlerine ya da şarkı sözlerine de yansımamıştı. Pandemi döneminde Olta isimli bir dayanışma ağı da kurdu İrfan Alış. Bu kapsamda şimdiye dek farklı sanatçıların yer aldığı toplam 16 albüm kaydedildi ve bunlardan elde edilen gelirler, geçinmekte zorlanan müzik emekçilerine paylaştırıldı.
Yaptıklarıyla, dayanışmanın bir hayal olmadığını göstermeye çalışıyordu.
Müzikal emekçisi
Onun sesini son olarak, hikâyesini ve bestelerini yazdığı “Hamiyet Müzikali”nde duyduk. Akli dengesini yitirmiş bir kadının hikâyesini anlatıyordu Peyk bize bu sefer.
İrfan Alış, 1980 Askerî Darbesi sonrasında hayatı alt üst olan Hamiyet’i, “çocukluk korkum” olarak tanımlıyordu. Kendi ifadesiyle “öznel bir hikayeyi, toplumsal bir bakış açısıyla ele almıştı” bu müzikalde.
Grubu Peyk ile, “Hamiyet”in 29 Kasım’daki plak lansmanı için bir konsere hazırlanıyordu. Ne yazık ki 5 Kasım sabahı kaybettik efsanevi müzisyeni.
Sokakların sesini duymak, insanların dertlerini hissetmek, onları anlamak ve tüm bunları aktarmak en büyük maharetiydi İrfan Alış’ın. Onun yazdığı şarkıların ve anlattığı hikâyelerin içimizde bıraktığı izlerse derinde ve daima bizimle olacak.
Özgür Yılgür yazdı
223 - 15
Florida’da coşkulu destekçilerinin önünde ailesi, başkan yardımcısı JD Vance ve kampanya sorumlularıyla sahneye çıkan Trump, zafer konuşmasını yaparken neşesi yerindeydi.
‘Bozuk’ sınırlardan ‘bozuk’ ekonomiye kadar ne varsa düzelteceği sözünü verirken rakibi Harris’ten ya da Demokratlardan bahsetmedi.
Kendisine yönelik iki suikast girişimine atıf yaparak ‘Tanrı’nın bir sebepten ötürü hayatını bağışladığını’ söyledi. Bunları ‘ülkeyi kurtarmak’ ve ‘Amerika’yı eski ihtişamına kavuşturmak’ olarak anlattı.
Yeni dönemiyle ilgili destekçilerine de güvence verdi: ‘Bu gerçekten de Amerika’nın altın çağı olacak.’
Seçim günü neler yaşandı?
Tarihi seçimler için sandık başına giden ABD’de 5 Kasım’ı 6 Kasım’a bağlayan gece hem Cumhuriyetçiler, hem Demokratlar, hem de tüm dünyada bu süreci izleyenler için uykusuz geçti.
Anketlerin haftalardır başa baş gösterdiği adaylar Kamala Harris ve Donald Trump başta yedi kritik eyalet olmak üzere ülke genelinde çekişmeli bir yarış götürdüler fakat beklentilerin zıddına sonuçlar oldukça hızlı şekillendi: Sonuçlar resmiyet kazanmamış olsa da, birçok yerde ipi göğüsleyen Cumhuriyetçi aday Trump’a ikinci kez başkanlık yolu açılmış oldu.
Kırmızıya dönen ABD haritası
Gece boyunca sandıkların açıldığı eyaletlerden gelen sonuçlarla ekranlardaki ABD haritası ağırlıklı olarak kırmızıya dönmeye başladı—kırmızı Cumhuriyetçilerin; mavi ise Demokratların rengi.
Önce kritik eyaletlerden Kuzey Carolina’yı ve peşinden Georgia’yı Trump’ın kazandığı ortaya çıktı.
İlerleyen saatlerde de Pennsylvania’da ipi göğüslediği haberi geldi ve Harris için yol iyice daraldı; çünkü bu kazanımlar Trump’ı güven içinde 270’e yaklaştırıyordu.
Bu gelişme öncesinde Harris için Mavi Duvar eyaletleri alarak 270’e varmak hâlâ mümkündü; fakat bu umut da hızla tükenmeye yüz tuttu.
Trump, zaferinin kesinleştiği kritik eyaletlerden Kuzey Carolina’yı 2020’de 1.3 puan farkla kazanmıştı. Üstünlüğünü bu sefer de sürdürmek istiyordu. Helene Kasırgası’ndan etkilenen eyalette Biden yönetiminin acil durum müdahalesini çok eleştirmiş, göçmenlere para akıtıldığı için afet yardım fonlarının tükendiğini iddia etmişti.
Geleneksel olarak Cumhuriyetçilere oy veren Georgia da, 2020 seçimlerinde Trump’ın sonuçlara itiraz ettiği yerlerden biriydi. Biden yaklaşık 12 bin oyla burayı kazanmıştı. Bu seçim döneminde Trump’ın avantajlı olduğu, fakat Harris’e yakın siyah kadın seçmenin de rolünün hissedilebileceği tahmin ediliyordu. Görünen o ki, bu etki sonucu değiştirmeye yetmedi ve Georgia da maviden kırmızıya geçti.
Demokrat Parti’de moraller bozuk
Seçim sonuçlarını Washington DC’deki Howard Üniversitesinde izleyen Harris’in kendisini bekleyen kalabalığa seslenip seslenmeyeceği de merak konusu oldu.
Gece yarısından sonra o değil ama kampanya yöneticilerinden Cedric Richmond sahneye çıktı; başkan yardımcısının ertesi gün destekçilerine hitap edeceğini söyledi. Kalabalık artık dağılması gerektiğinden fazlasını da anlamıştı bu açıklamayla; Demokrat Partide moraller bozuktu.
Birçok çekişmeli sandıktan Trump’ın yüzünü güldürecek sonuçlar akarken, seçim karargahında da coşku yükseldi. Demokratlara yakın CNN Harris’in zaferi için şansın azaldığını anlatırken, Cumhuriyetçilere yakın Fox News yorumcuları da Trump’a yönelik karakter ve üslup eleştirilerinin seçmende karşılık bulmadığını ifade ediyorlardı.
Seçim gecesi Cumhuriyetçiler’in Senato’da da çoğunluğu elde ettiği açıklandı.
Trump’ın ikinci kez zaferi garantilediği sandık sonuçları ile şekillenmeye başlamış olsa da, tüm kritik eyaletlerdeki sayım bittiğinde resmiyet kazanacak.
Seçim günü bazı eyaletlerde sandıklara yapılan sahte bomba ihbarları sebebiyle de sayımların geciktiği belirtiliyor.
Seçmen neye oy verdi?
Bu seçimde seçmenlerin aklında ekonominin gidişatı, enflasyon, pandemi sonrası geçim sorunları, kürtaj meselesi ve kadınların üreme sağlığı, demokrasinin geleceği gibi konular vardı.
Trump’ın bulduğu destek, seçim söyleminin iki güçlü ayağını oluşturan ekonomik mesajların ve göç konusun seçmende ağır bastığını gösteriyor.
Bu süreçte çeşitli kuruluşlar yaptıkları kamuoyu araştırmalarında Kamala Harris’in ‘demokrasi tehdit altında’ söyleminin ona hedeflediği seçmen kitlesini getirmeyebileceğini söylüyordu.
Center for Working Class Politics, Pennsylvania dahil diğer salıncak eyaletlerdeki mavi yaka seçmenin ekonomiye dair mesajlara daha çok ilgi gösterdiği bulgusuna bu yüzden işaret ediyordu.
Seçimlerdeki Ortadoğu etkisi
Amerikan seçmeni dış politikaya göre oy vermese de, bu kampanya döneminde Ortadoğu’nun ağırlığı hissedildi. Kritik eyaletlerden Michigan’daki 300 bin kadar Arap ve Müslüman Amerikalı, İsrail’i dizginleyemediği için Biden yönetimine kırgındı.
Tepki olarak Harris’e değil, Yeşil Parti adayı, İsrail karşıtı sosyalist aday Jill Stein’e oy vermeleri ya da sandığa gitmemeleri Harris’e zarar verecekti.
Trump, İsrail’e desteği açık da olsa, savaşları bitireceği sözünü veriyordu. (Fakat bunu nasıl yapacağını paylaşmış değil.) Michigan’da yaptığı mitinge aralarında bir imamın da olduğu yerel kanaat önderlerini çıkararak, Demokrat Partinin sesini kıstığı Filistin öfkesine—derdi oy da olsa—zemin açıyordu.
Bu adıma seçmenin olumlu yaklaşmış olduğu görülüyor.
Şimdi ne olacak?
Bu seçim tam olarak kadınların Harris’e, erkeklerin Trump’a yakın olduğu bir seçim olageldi. Harris ‘kadın aday’ olarak seçim söylemi kurmadı, fakat kürtaj gibi gündem ettiği konular kadın seçmeni direkt ilgilendiriyordu. Cumhuriyetçi hanelerde yaşayan kadınlara ulaşmak için kritik eyaletlerde tuvaletlere not dahi bırakıldı, oylarının gizli olduğu ve Harris’i seçebilecekleri mesajı verilmeye çalışıldı.
Harris’in seçimden mağlup çıkması, önümüzdeki dönemde eşitlik ve kadın hakları konusunda da tartışmaları beraberinde getirebilir. Nitekim 2016’da Hillary Clinton’ın, 2024’te ise Harris’in Trump’a kaybetmesi, ‘Amerika kadın başkana hazır mı?’ sorusuna da acı bir cevap doğuruyor.
Tarihi 2024 seçimlerinin bir zorlu sonucu da Demokrat Parti için olacak.
Biden’in yarıştan çekilmesiyle apar topar Harris’in bayrağı devralması ve toplanan milyonlarca bağışa rağmen büyük ivme elde edilememesi, izlenen stratejiyi sorgulatacağa benzer.
Mavi Duvar’ın artık kırmızıya boyanmış olması ve geleneksel olarak Demokrat partiye yakın demografilerdeki kayıplar da üstüne düşünülmesi gereken başlıklardan olacak.
Afşin Yurdakul yazdı
135 - 26
🤝 İyi gazeteciliği abonelikle destekle!
Fayn, güç sahiplerini denetlemek, bakış açılarımızı genişletmek, yankı odalarının duvarlarını yıkmak ve 21. yüzyılın enformasyon karmaşasına direnebilmek için var.
Bağımsız ve nitelikli gazeteciliğe alan açma çabasına mütevazı bir tuğla da siz koyun, Fayn'ın ücretli aboneleri arasına katılın.
Abonelik seçeneklerini inceleyin: fayn.press/abonelik
Fayn ekibine ulaşmak için hello@fayn.co adresine e-posta atabilirsiniz.