Channel Avatar

Davetul İslam @UCZUsGnOEmGT92GP3ZDFHx9A@youtube.com

39K subscribers - no pronouns :c

Hakkı Anlatan; İnsanlardan, Sistemlerden Değil Allah'tan Kor


Welcoem to posts!!

in the future - u will be able to do some more stuff here,,,!! like pat catgirl- i mean um yeah... for now u can only see others's posts :c

Davetul İslam
Posted 1 month ago

ÖLÜLERE KUR’AN OKUNUP OKUNAMAYACAĞI MESELESİ


Konu çok uzun olduğu için metin olarak buraya sığmıyor. Daha önceki paylaşımı düzenleyip belgeyi herkese açık hale getirdik.

Aşağıdaki linke tıklayarak okuyabilirsiniz inşaallah.


docs.google.com/document/d/1leDOQnSmm1h9rFuAg1GgvW…

20 - 5

Davetul İslam
Posted 5 months ago

FITIR SADAKASI (FİTRE) İLE İLGİLİ HADİSLER



Abdullah İbn Ömer’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Hz. Peygamber fitrenin, insanlar Bayram Namazı’na çıkmadan önce verilmesini emretmiştir” (Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, IV, 183.)



Abdullah İbn Ömer’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Hz. Peygamber fıtır sadakasını 1 sâ’ (ölçek) hurma ve 1 sâ’ arpa olmak üzere köle, erkek, kadın, küçük ve büyüklere farz kılmış ve insanlar (bayram) namazına çıkmadan önce verilmesini emretmiştir.” (Buhârî, Zekât, 76; Müslim, Zekât, 12 .)


Ebû Said el-Hudrî (r.a)’den rivayet edilen bir hadiste fitre verilebilecek maddeler ve miktarları şöyle belirlenir: “Biz Peygamber devrinde fitreyi, yiyecek maddelerinden 1 sâ’ olarak verirdik. O zaman bizim yiyeceğimiz arpa, kuru üzüm, hurma ve keş (yağı alınmış peynir) idi.” (Buhârî, Zekât, 74; A. İbn Hanbel, III, 73, 98.)


İbn Abbas (r. anhümâ)’nın naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: “Rasûlullah (s.a.s) oruçluları gereksiz ve çirkin sözlerden arındırmak ve yoksullara yiyecek sağlamak için fitreyi farz kılmıştır. Fitreyi kim namazdan önce öderse, bu makbul bir zekât, kim de namazdan sonra öderse, herhangi bir sadaka olur.” (Buhârî, Zekât, 70, 71, 77; Müslim, Zekât, 12 , 13, 16)


Abdullah b. Sa’lebe (r.a) şöyle nakletmiştir: “Rasûlullah (s.a.s) Ramazan Bayramı’ndan bir veya iki gün önce bir konuşma yaparak şöyle buyurdu: “Buğdaydan, arpadan veya hurmadan bir sâ’ını hür veya köle, küçük veya büyükler için sadaka olarak veriniz.” (A. İbn Hanbel, V, 432.)

İbn Abbas’ın rivayet ettiği hadis şöyledir: “Fitre sadakası buğdaydan iki müd’dür.” (Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, IV, 183.)
FİTRE İLE YÜKÜMLÜ OLMAK İÇİN GEREKEN ŞARTLAR NELERDİR?




1. Müslüman: Fitre yükümlüsünün Müslüman olması gerekir. Ancak Şâfiî Mezhebi’nden bir görüşe göre, gayr-i müslim bir kimsenin, bakmakla yükümlü olduğu Müslüman yakınının fitresini ödemesi gerekir.


2. Mal varlığı: Hanefîlere göre fitre sadakası ile yükümlü sayılmak için, kişinin Ramazan Bayramı’nın birinci günü, temel ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olması gerekir. Zekât nisabından farklı olarak, sahip olunan malın “artıcı (nâmî)” özellikte olması ve üzerinden bir yıl geçmiş bulunması gerekmez. Temel ihtiyaçlar mesken, elbise, ev eşyası, binit, silah, hizmetçi, ailenin bir yıllık geçim masrafları ve borçlarıdır. Nisap miktarı iki yüz dirhem gümüş veya yirmi miskal altın veya bunların kıymetine denk bir maldır.
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre ise, fıtır sadakasının vücûbu için, zenginlik ölçüsü olan nisaba mâlik olmak şart değildir. Temel ihtiyaçlarının dışında, bayram gün ve gecesinde yetecek kadar azığa sahip olmak yeterlidir.



3. Ehliyet: Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve diğer üç mezhep imamının ortak görüşüne göre, fıtır sadakasının mâlî yönü ağır bastığından dolayı bununla yükümlülük için akıllı ve ergen olmak şart değildir. Bu yüzden küçüğün ve akıl hastasının malından da velisinin fitre vermesi gereklidir. Fitrenin ibadet yönünü üstün kabul eden, Hanefîlerden İmam Muhammed ve Züfer’e göre ise, küçüklerin ve akıl hastalarının malından fıtır sadakası gerekmez.



4. Velâyet ve bakmakla yükümlülük: Bir kimsenin, kendi dışındaki kişinin fıtır sadakası ile yükümlü sayılması için, bu kişinin onun velâyeti altında olan ve bakmakla yükümlü bulunduğu kişilerden olması gerekir. Buna göre bir kimse velâyeti altında bulunan küçük çocuklarının veya akıl hastası olan yakınlarının fitresini vermekle yükümlüdür. Ramazan Bayramı’ndan önce vefat eden oğlunun çocukları da bu kapsamdadır. Buna karşılık kişinin bakımlarını üstlenmiş olsa bile, ana babası, büyük çocukları, karısı, kardeşleri ve diğer yakınları için fıtır sadakası vermesi gerekmez. Bununla birlikte vekâletleri olmadığı halde bu kişiler için fıtır sadakası verse, bu yeterli olur. Böylece yoksullar bununla Bayram Namazı’ndan çıkmadan önce ihtiyaçlarını karşılamış olurlar.



5. Vakit: Hanefîlere göre, fıtır sadakası Ramazan Bayramı’nın 1. günü fecrin doğuşu ile vâcip olur. Çünkü fitre bayrama ait kılınmıştır. Böylece oruç tutmanın yasaklandığı bir günde, fitre ile yoksul Müslümanların sevinçle bayrama katılmaları amaçlanmıştır.

Fitre, Ramazan Bayramı’ndan bir veya iki gün öncesi ile Bayram Namazı arasında ödenir. Böylece yoksullar bununla, Bayram Namazı’ndan çıkmadan önce ihtiyaçlarını karşılamış olurlar. Bununla birlikte fitre, Ramazan’ın girmesinden itibaren, hatta Ramazan ayı girmeden önce de ödenebilir. Bayram gününden sonraya kalırsa, yükümlülük düşmez ve ilk fırsatta ödenmesi gerekir.
Fakihler fitrenin bayram günü sabah vakti girdikten sonra ve namaz kılınmadan önce verilmesinin müstehap olduğu hususunda görüş birliği içindedir. Dayandıkları delil, Abdullah İbn Ömer (r. anhümâ)’den rivayet edilen şu hadistir: “Hz. Peygamber fitrenin, insanlar bayram namazına çıkmadan önce verilmesini emretmiştir” (Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, IV, 183.)




FITIR SADAKASI (FİTRE) NELERDEN VERİLİR?



1) Arpa, kuru hurma ve kuru üzümün fitre miktarı, şer’î ölçüye göre yaklaşşık 3 kg., örfî ölçüye göre ise 3,33 kg. olur.

2) Buğday ve aynı hükümde olan, buğday unu ve kavut için ise şer’î ölçüye göre yaklaşık 1,5 kg., örfî ölçüye göre ise 1,66 kg. olur.
Bu iki tür ölçekten (şer’î ve örfî) birisini tercih etmek mümkün olmakla birlikte örfî ölçek daha fazla olduğu için yoksulların yararınadır ve daha çok sevap kazanmaya sebep olur.
Yukarıdaki dört cins gıda maddesi yerine kıymetleri de verilebilir. Ancak yoksullar bu maddelerin kendilerine muhtaç oldukları zaman, fitreyi kendi cinslerinden vermek daha faziletlidir


FITIR SADAKASI (FİTRE) KİMLERE VERİLİR?

Fitre, verileceği yerler bakımından her durumda zekâtın benzeridir. Ayet-i kerimede açıklanmıştır. “Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan memurlar, kalpleri İslam’a ısındırılacak olanlarla (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış yolcular içindir. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe Suresi 60)
Bir kimse fitresini bir veya birkaç yoksula verebilir. Birden çok kimseler de fitrelerini birkaç yoksula veya tek yoksula verebilirler.
Fitre yükümlünün bulunduğu yerdeki yoksullara verilmelidir. Başka yerlere gönderilmesi mekruhtur.


FITIR SADAKASI (FİTRE) KİMLERE VERİLMEZ?



Fitrenin, Tevbe Sûresi’nin 60. ayetinde sayılanlar dışında kalan kişi ve kuruluşlara verilmesi caiz değildir.
Ayrıca fitre verilecek kişi, bu şartları taşısa bile; Ana, baba, büyük ana ve büyük babalarına, oğul, oğlun çocukları, kız, kızın çocukları ve bunlardan doğan çocuklarına fitre verilmez.

18 - 2

Davetul İslam
Posted 9 months ago

Tağuta Muhamekeme Olmak Küfür Müdür?

Değerli kardeşim, eğer insanlar âyetlerin hangi olay üzerine indiğini bilmezse yanlış hükümler vermeye başlar. Önce konu ile ilgili bir âyete bakalım. Nisâ sûresi 60. Âyette Allah subhânehû ve Teâlâ şöyle buyuruyor:

اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذٖينَ يَزْعُمُونَ اَنَّهُمْ اٰمَنُوا بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ يُرٖيدُونَ اَنْ يَتَحَاكَمُٓوا اِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ اُمِرُٓوا اَنْ يَكْفُرُوا بِهٖؕ وَيُرٖيدُ الشَّيْطَانُ اَنْ يُضِلَّهُمْ ضَلَالاً بَعٖيداً

“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Onu tanımamaları kendilerine emredildiği halde tâgūtun önünde mahkemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları büsbütün saptırmanın yollarını arıyor.” (Nisâ; 60)



Bu âyetin iniş sebebi şu olaydır: Bir yâhudî ile Müslüman görünen bir münafık arasında hukûkî bir anlaşmazlık olur, yâhudî mahkeme için Allah rasûlüne mürâcaat etmeyi teklif eder. Müslüman görünümlü münafiık ise yahudîlerin liderlerinden Ka’b bin Eşref’e gitmeyi teklif eder. Yahudî’nin ısrarı üzerine Allah rasûlüne gitmeyi kabul ederler. İşte âyet bu olayı anlatıyor.



فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتّٰى يُحَكِّمُوكَ فٖيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْۙ ثُمَّ لَا يَجِدُوا فٖٓي اَنْفُسِهِمْ حَرَجاً مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلٖيماً

“Hayır, rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu kabullenmedikçe ve boyun eğip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ; 65)



Bu âyet de yukardaki olayın sonucunu anlatıyor. Yâhudînin ısrarı üzerine Allah rasûlüne müracaat ederler, Allah rasûlü yahûdîyi ve Müslüman görünümlü münâfığı dinledikten sonra yahûdînin haklı olduğuna karar verir ve hükmü de öyle verir. Dışarı çıkınca Müslüman görünümlü münafık Allah rasûlünün hükmünü kabule yanaşmaz ve bir de Ömer’e gidelim der.



Bu âyetlerden anlamamız gereken şudur.



1. Allah Rasulü hayatta iken onun huzuruna bir dâvâ getiriliyor ve Allah Rasûlü de yahûdînin haklı olduğuna hükmedince münafık bunu kabule yanaşmıyor. Allah rasûlünün hükmünü kabul etmemek açık bir küfür ve Allah rasûlüne, Allah’a bir ihanettir. Bunun cezası da ölümdür.



2. Allah rasûlü hayatta olmasa bile, eğer islamla hükmeden bir devlet varsa ve bir Müslümanın ister başka bir Müslümanla ister gayri muslim birisi ile bir dâvası olsa, dâvâsını götüreceği tek mahkeme islam mahkemesidir. İslam mahkemesine gitmek mecburiyetinin veya imkanının olduğu bir yerde meselesini bir küfür mahkemeye veya kâfir birinin hakemliğine götüren , götürmek isteyen kimse de açık bir küfür işlemektedir. Çünkü o şeriatla hükmedilmeyi değil küfürle hükmedilmeyi istemektedir. Bunun da küfür olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Bunu daha önceki yazımda da belirttim.



3. İslam devleti yok, küfürle hükmeden bir devlet var ama bu küfür devleti Müslümanların islam mahkemesine gitmelerine ve o mahkemenin hükmüne göre hareket etmelerine engel olmuyor. İşte bu durumda da Müslümanların gideceği tek mahkeme islam mahkemesidir. Bu durumda bir Müslüman küfür mahkemesine mürâcaat ederse aynı şekilde kâfir olur.



4. İslam devleti yok, küfürle hükmeden bir devlet var ve Müslümanlarının dâvâlarına bakacak bir mahkemeye de müsâade etmiyorlar. Yâni Müslümanların islam mahkemelerine gitme imkânı da yok. Bu durumda Müslümanların yapması gereken şudur, kazâ meselelerini bilen bir âlime müracaat ederek ona dâvâları olduğunu, kendisinin hakem olmasını ve kendi aralarındaki meselenin hükmünü şeriata göre vermesini kendisinden talep ederler ve ikisi de onun hakem olmasını kabul ederler. O da onları dinleyerek hükmünü verir. İşte Müslüman olanlar dârul harbde hukûkî meselelerini böyle çözerler. Eğer bir Müslüman dâvâcı olduğu başka bir Müslümanı bir âlime giderek meselelerini şeriata göre çözmelerini talep eder de diğeri bunu reddederse veya küfür mahkemelerine gitmeyi teklif ederse kâfir olur. Buraya kadar tamam.



Peki, islam devleti yok, küfürle hükmeden bir devlet var ve Müslümanların da islam mahkemesine müracaat etme imkanları yok, bir Müslüman Müslüman olduğunu iddia eden ve fakat bir âlime gitmeyi reddeden birisi ile veya kâfir birisi ile dâvası olduğunda ne olacak? Diyelim ki senin bir kuyumcu dükkanın var ve hırsızlar güpegündüz silahla senin bütün altınlarını alıp gidiyorlar. Veya gece dükkanına girerek bütün malını soyuyorlar, kameralar da girenleri gösteriyor, bu durumda 15-20 milyonluk malın gidiyor. Ne yapacaksın, Allah belalarını versin diyerek meseleyi âhirete mi bırakacaksın? Başka bir şey daha, eğer kâfirler Müslümanların küfür mahkemelerine gitmediklerini bilirlerse ve iyi yâhu, bunlar nasıl olsa bizim mahkemelerimize gitmiyorlar, öyleyse bunların mallarını soyalım, arabalarını kaçıralım, evlerine girelim, karılarına kızlarına tecâvüz edelim, bunları yaralayalım, öldürelim derlerse ne olacak? Bu durumda Müslümanlar nasıl yaşayacaklar ve mallarını, canlarını ve ırzlarını nasıl koruyacaklar? Gayri islami bir memlekette küfür mahkemelerine gidilemez, götürseler bile savunma yapamazlar diyenler önce bu soruya cevap vermek mecburiyetindedirler.



Bir başka soru; sana iftira atarak şu adamı bu öldürdü dediler veya bir kadın senden dâvâcı olarak bu bana tecâvüz etti diyerek senden şikâyetçi oldu ve seni de mahkemeye götürdüler. Ne yapacaksın, susacak mısın? O zaman o adamı öldürmediğin halde öldürdüğünü, o kadına tecâvüz etmediğin halde tecâvüz ettiğini kabul etmiş olmuyor musun? Eğer orada “ben yapmadım” dersen bu da bir savunmadır. Evet, küfür mahkemelerine hiç gidilemez, gidilse bile savunma bile yapılamaz diyenler bu sorulara bir cevap vermek mecburiyetindedirler.

Biz islam devletininin ve islâmî mahkemenin olmadığı yerde Müslümanın hakkı gasbolunmuşsa isteyerek değil ama zarûreten küfür mahkemelerine başvurabilir ve savunma da yapabilir derken bundan dolayı diyoruz. Fakat bir Müslüman küfür mahkemelerine müracaat ederken şunlara dikkat edecek;



1. İslam mahkemesine gitmeye hiç imkanı olmayacak



2. Küfür mahkemesine müracaat ederken orayı bir adâlet merciî olarak görmeyecek, bir eşkıyanın zulmünden korunmak için başka bir eşkıyadan veya bir zâlimin zulmünden kurtulmak için başka bir zalimden yardım istemek gibi görecek.



3. Götüreceği dâvâda kesin haklı olduğuna inanacak



4. Kendisi mahkemeye müracaat etmemesine rağmen birileri tarafından kendisinin şikâyet edilmesi veya şâhit gösterilmesi olacak.



İşte bu durumlarda "zarûreten" bir küfür mahkemesine mürâcaat edilebilir ve savunma da yapılabilir.

Meselenin özü budur.

Necati Koçkesen

50 - 18

Davetul İslam
Posted 1 year ago

ŞER'Î SİSTEMLE DEMOKRATİK VE LÂİK SİSTEMİN ARASINDAKİ FARK



Şerîata karşı çıkanlar, şerîatın cezalarının çok sert olduğunu söyleyenler bir şerî sistemle yönetilen Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve hulefâi râşidîn dönemine baksınlar bir de adâletli ve insan haklarına saygılı olduğunu iddia ettikleri demokratik ve lâik sisteme baksınlar.

İnsanı yaratan ve ona (yâni kuluna) karşı bir annenin evladına olan merhametinden çok daha merhametli olan Erhamurrâhimîn olan Allah suçu sabit olduktan sonra hırsızın elinin kesilmesini emretmiştir. Nitekim bir âyette şöyle buyrulur:

“Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Maide/38)



Bu cezadan esas maksat da el kesmek veya çalınan şeye karşılık değildir. Hırsızlık sebeptir, elin kesilmesi ise sonuçtur yâni hükümdür. Hikmeti ise caydırıcılıktır. Hırsızın elinin kesilmesi ile toplumun huzûrunu bozmaya uzatılan el kesilmektedir. Elin kesilmesi esasında cezâ gibi gözükse de esasında hem hırsıza hem de halka bir iyiliktir, rahmettir. Halka iyiliktir çünkü bununla hırsızlık olayları ortadan kaldırılarak veya minumuma indirilerek halkın huzurunun bozulmasının önü kesiliyor. Hırsıza iyiliktir çünkü bu onun ilerde daha büyük suçlar işlemesinin önünü tıkıyor. Bu tıpkı vucûdun kangren olan bir uzvunun kesilmesi gibidir. Her ne kadar vucûdun o uzvunun kesilmesi vucûd için zararlı gibi görünse de aslında o vucûda bir iyiliktir. Çünkü o uzuv kesilmese idi kangren vucudun diğer yerlerine de yayılacaktı ve o zaman da ya daha fazla uzuvların kesilmesi gerekecekti veya kişi tümden hayatını kaybedecekti.



Şerî sistemle yönetilen yerlerde hırsızlığın az olmasının sebeplerinden birisi, devlet tarafından dinin iyi öğretilmesi, Allah korkusunun, Allah sevgisinin kalblere nakşedilmesidir. Yine kul hakkının ne kadar önemli olduğunun ve kul haklarının Allah tarafından affedilmeyeceğinin bilinmesidir. Çaldığım ve yakalandığım zaman elim kesilir diye düşünen bir kimse çalmaz, hırsızlık yapmaz. Oysa siz demokratik ve laik düzenlerde insanları Allah'a îmandan uzaklaştırıyorsunuz. Onlara Allah sevgisi ve Allah korkusu veremediğiniz gibi kul hakkı bilincini de iyi aşılayamıyorsunuz. Başka? Hırsızlık yapan kişilere altı ay, bir sene, beş sene gibi cezalar veriyorsunuz. Adı ıslah evi olan cezâevlerine kapattığınız hırsızlar bir koğuşta bir araya geldikleri zaman birbirlerine hırsızlık dersi veriyorlar. Birisi ötekine kendisinin bildiği ama ötekisinin bilmediği hırsızlık mahâretlerini öğretiyor, öteki de berikine kendisinin bildiği ama ötekinin bilmediği şeyleri öğretiyor. Böylece ıslah evi olması gereken cezâ evleri birer ifsad evine ve hırsız yetiştiren atölyeye dönüşüyor. Bunlar cezalarını çektikten sonra dışarı ıslah olarak değil daha da ifsâd olarak çıkıyorlar ve yine çalıyorlar, yine çalıyorlar.



Zina meselesini ele alalım. Bekar kişi zinâ ettiği zaman ve zinası şerî kurallara göre tesbit edildikten sonra yüz sopa vurulur. Evli olup da zinâ edenler ise recmedilirler. Ve bu cezalar gizli kapaklı yapılmaz, toplumun huzurunda yapılır. Toplumun huzurunda yapılması da caydırıcılığını artırmak içindir. Gizli kapaklı verilen cezâlar caydırıcı olur mu hiç?

Demokratik ve laik toplumlarda ise zina yasak değildir. Hiçbir cezası yoktur. Adam karısını yatakta yabancı bir erkekle yakaladığı zaman hiçbir şey yapamaz. Yaparsa da cezasını zina edenler değil yine o öder. Koca ya boynuz takıp susacak veya boşanma dâvası açacak. Boşandıkları zaman da ömür boyu nafaka ödeyecek. İşte demokratik ve laik düzenin fazîleti!!!



Şerî sisteme çağ dışı diyenler esas çağ dışılığın içinde bulundukları demokratik ve laik düzenler olduğunu bir bilseler belki de şeriâta koşacaklardır ama kafalarını deve kuşları gibi kuma gömdükleri için gerçeği göremiyorlar.

33 - 7

Davetul İslam
Posted 1 year ago

MÜSLÜMANLARIN BİRÇOĞU BAZI ŞEYLERİ MIŞ GİBİ YAPIYORLAR

İman, Allah’a ,meleklere, kitaplara, peygambberlere, kaza ve kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna ve âhiret gününe inanmak demektir. Bir insanın inanması için ve îmanını koruyabilmesi için bu sayılan şeyleri tafsîlî olarak bilmesi gerekir. Halbuki müslümanların çoğu bunları tafsîlî olarak bilmedikleri için çoğu zaman bunlara aykırı şeyler söyleyerek dinden çıkıyorlar da farkında bile değiller.

Yine kelimei tevhidi ve kelimei şehâdeti dilleri ile söyleyen insanların çoğu bunların mânâlarını doğru dürüs bilmemektedirler. Lâ derken neleri reddediyorlar, illallah derken neyi kabul ediyorlar bilmiyorlar. Yine kelimei şehâdeti söylerken Allah ve rasûlü ile hangi ahitleşmeyi yapıyorlar bilmiyorlar. Yani insanların birçoğu inanma yerine inanmış gibi yapıyorlar.

Câmilerde namaz kılanları bir namaz imtihanından geçirsek kaçta kaçı namazın şartlarını, rükünlerini, mekruhlarını, menduplarını ve namazı bozan şeyleri biliyor? Sehiv secdesinin hangi hallerde yapılacağını kaçta kaçı bilir? İnsanların çoğu bunları bilmedikleri için maalesef namaz kılıyorlarmış gibi yapıyorlar.

Oruç tutanlar öyle, zekat verenler öyle. Kaç kişi zekat fıkhını biliyor? Zekat hangi maldan, ne kadar verilir, ne zaman ve kime verilir bilinmiyor. Akrabam fâkir diyerek götürüp birilerine zekat veriyorlar ama aslında zekat verdikleri kişi belki de îman ehli değil. Halbuki zekat müslümanların fâkirlerinin hakkıdır. Kâfire verilmez. İşte bundan dolu zekatlarını da veriyormuş gibi yapıyorlar.

Sözün hülâsâsı, bugün müslümanların çoğu dinlerini doğru dürüst bilmiyorlar. Bilmediklerini de bilmiyorlar. Üstelik biliyormuş gibi geçiniyorlar. Amellerinin hiç birinin hükmünü, şartlarını, o amelleri bozucu olan şeyleri de bilmiyorlar. Anadan babadan görme, yarım yamalak öğrenme ile amellerini yerine getirmeye çalışıyorlar. Yâni hemen hemen her şeyi mış gibi yapıyorlar.

Düşüne biliyor musunuz, beş vakit namazını kılan bir kürt din ve islam düşmanı PKK’yı ve onun partisi HDP’yi destekleyebiliyor. Halbuki küfre rıza küfürdür, küfü desteklemek küfürdür.

Aynı şekilde, beş vakit namazını kılan, bir kaç defa hacca ve umreye gitmiş bir türk de şeriatı ortadan kaldırmış, islâma ve peygamberimize olmadık hakaretlerde bulunmuş, Kur’an’a safsata ve yâve diyen birilerini sevebiliyor ve izinde olduğunu haykırabiliyor. Doğrudur, siz onun izindesiniz, biz de buna şâhidiz de bu namaz, oruç ve hac ne oluyor o zaman? Îman hani îman?

Ne dersiniz, çoğu inanmıyor ama inanıyormuş gibi yapmıyor mu? Namaz kılmıyor ama kılıyormuş gibi yapmıyor mu? Çoğu evlenirken nikah kıydırıyor ama daha sonra karısı ile her döğüştüğünde (belki üç, dört, beş defa) avrat boşuyor da hâlâ evliliklerine devam ediyorlar. Yani zinâ içinde bir hayat sürmelerine rağmen evliymiş gibi hareket ediyorlar. Şunu mış gibi bunu muş gibi yapıyorlar ama hâlâ müslüman olduklarını iddiâ ediyorlar.

Necati Koçkesen

20 - 9

Davetul İslam
Posted 1 year ago

Allah Rasulu'nun ﷺ Kur'an'ı Şu Dört Kişiden Alınız dediklerinden biri olan ve Hz. Ömer zamanında teravih namazları cemaatle kılınmaya başlayınca Hz. Ömer'in imam tayin ettiği sahabi kimdir?

7 - 1

Davetul İslam
Posted 1 year ago

Soru:
Selamun Aleyküm Hocam. Diyanet Camileri, Mescid-i Dirar hükmünde midir? Tevhid'i ve Tağut'u anlatmayıp gizleyen Diyanet İmamları, Bakara 159. Ayet kapsamına girer mi?




Cevap:
Değerli kardeşim, Mescid-i Dırar'ın münâfıklar tarafından yapıldığı ve İslam'a ve müslümanlara zarar vermek niyeti ile yapıldığı Kur'an'da sâbittir.
Anadolu'daki câmilerin çoğu Selçuklu ve Osmanlı'dan kalma câmilerdir. Bunları yapanlar müslümandılar ve islâmâ hizmet gayesi ile yapılmışlardır.
Cumhûriyetten sonra yapılan câmiler de devlet tarafından değil halk tarafından yapılmaktadır. Halka da münâfık demek mümkün değildir.
Câmileri yaparlarken islâma zarar vermek niyeti ile değil, namazlarımızı kılalım, çocuklarımız Kur'an öğrensinler diye yaptırıyorlar ve bunda niyetleri de doğrudur.
Dolayısı ile buralara mescid-i dırar dememiz mümkün değildir. Fakat halk bu câmileri yaptırdıktan sonra Diyânet'e teslim ediyorlar. Devlette buralara imam ve müezzinler tâyin ediyor. İşte problem burada başlıyor. Demokrat ve laik devlet dine müdâhale ediyor ve imamlara şunlara şunlara dokunmayacaksınız yoksa görevden alırım, diyor. İmamlar da görevden alınırım, sürülürüm korkusu ile ne suya dokunuyorlar ne sabuna. Mesela hükümle ilgili âyetleri, tâgutlarla ilgili âyetleri, muhâkeme ile ilgili âyetleri hiç okumuyorlar ya da arapçasını okuyup geçiyorlar. Açıklamasını yapmıyorlar. Aslında açıklamasını kendileri de bilmiyorlar. Gidin imamlara tâgut nedir, tâgutları inkâr nasıl olur, Allah'ın hükümleri ile hükmetmeyen mahkemelerde muhâkeme olmanın hükmünü sorun pek bir şey bilmezler. Buralara mescid-i dırar diyemiyoruz ama buralar şu halleri ile İslam'ın mescidleri de değiller. Buralara olsa olsa mescidi meçhul veya namaz kılma yerleri diyebiliriz . Bugünkü hocalar hakkı açıklamadıkları, açıklayamadıkları için evet, onlar da Bakara sûresi 159. âyetin kapsamına girerler. Çünkü âyetin hükmü geneldir, hakkı olduğu gibi anlatmaları gerekirken anlatmayan veya çarpıtarak anlatan herkesi içine alır. Selam ve dua ile.

21 - 7

Davetul İslam
Posted 1 year ago

GAYRİ İSLÂMÎ TOPLUMLARDA MÜSLÜMAN KALABİLMEK, İSLÂM’I YAŞAYABİLMEK

Bir asırdan beri belki daha fazla zamandan beri gayri islâmî, tâgutî düzenlerde yaşıyoruz. Daha doğrusu yaşamaya çalışıyoruz.

Her ne kadar İslâm’ı yaşamaya çalışsak da aslında yaşıyamıyoruz, yaşıyamayız.

Cezâî hükümler kaldırılmış, onun yerine küfür kânunları ikâme edilmiş. Haklı hakkını alamıyor, haksız Allah’ın hükmettiği cezasını çekmiyor. Ticâret ahlâkı tamâmen dumûra uğramış. Ahlak mı? Müslüman ahlâkını da edebini de İslâm’dan alması gerekirken İslâm’ın olmadığı yerde içinde yaşadığı toplumun ahlak diye sunduğu ahlaksızlıkları ahlâk diye alıyor. Düşünce yapısı İslâm’dan uzaklaşıyor, küfür düzenlerinin kendisine yüklediği kültürle düşünmeye, mantık yürütmeye başlıyor.

Namazı doğru dürüst kılamazsınız, orucu doğru dürüst tutamazsınız. Siz dersiniz ki, ben namazımı da orucumu da şartlarına uygun olarak kılıyorum ve tutuyorum. Acaba öyle mi? Bir işimizi halletmek, çoluğumuzun çocuğumuzun ihtiyaçlarını almak için çarşıya pazara çıksak dönünceye kadar ne kadar harama bakıyoruz, ne kadar haram ve küfür sözlere şâhit oluyor da bir şey yapamıyoruz? Evinizden çıkıp tekrar evinize dönünceye kadar belki yüzlerce çıplak kadınla karşılaşıyor onun görülmesi, bakılması câiz olmayan yerlerini görüyoruz. Bundan kendimizi koruyabilmemiz mümkün mü? Sağa dönseniz sağınızda, sola dönseniz solunuzda çıplaklar var. Ve bizler günde belki yüzlerce, binlerce defa harama baktığımız halde islâm’ın emrettiği şekilde namazımızı kıldığımızı, orucumuzu tuttuğumuzu mu sanıyoruz? Şeklen belki ama ya huşû? Namazlarımızı huşû ile kılabiliyor muyuz? Kıldığımız namazlar bize huzur veriyor mu? Allah ile irtibâtımızı kuvvetlendirip Allah korkusunu ve Allah sevgisini yeteri kadar aşılıyor mu? Allah’ın beyânında olduğu gibi kıldığımız namazlar bizi kötülüklerden alıkoyabiliyor mu? Yoksa Allah Rasûlünün beyân ettiği gibi kıldığımız namazlar bizim Allah’a olan uzaklığımızı mı artırıyor?

Ya oruç? O da kötülüklere karşı bir kalkan olması gerekirken bizi kötülüklerden alıkoyabiliyor mu? Yoksa sabahtan akşama kadar çektiğimiz açlık ve susuzluk yanımıza kâr mı kalıyor? Gözlerimizle baktığımız haramlar, kulaklarımızla işittiğimiz haram ve küfür sözler, dillerimizle söylediğimiz şirk ve haram sözler birer ok olup oruç kalkanını delik deşik mi ediyor?

Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki, kim müslüman kim kâfir bilinemez olmuş. Beş vakit namazını kılan, hacca gitmiş hatta her sene umreye giden nice insanlar görüyorsunuz ki katmerli bir müşrik. Namaz kılıyor ama fâizin haram olduğunu kabul etmiyor, namaz kılıyor ama tesettürü kabul etmiyor, namaz kılıyor ama şerîata karşı. Şerîat gelsin de kafa kol mu kessin diyor. Ve en önemlisi demokrasiyi ve lâikliği benimsemiş. Küfür düzenlerinde küfür kanunları ile müslümanlara hükmetmeye tâlip veya böylelerini destekliyor. Hattâ öyle destekliyor ki bir de cihad yaptığını zannediyor. Particisi partisine ve liderine, tarîkatçısı tarîkatına ve şeyhine tapıyor. Ve bunlar hâlâ müslüman olduklarını, İslâm’a hizmet ettiklerini zannediyorlar. İlim ehli mi? Onların çoğu da hakkımda soruşturma açılır, hapse girerim, linç edilirim diye emri bil ma’rûf nehyi anil munker yapamıyor. Geriye bir avuç Muvahhid müslümanlar kalıyor, onların tebliğini de çağdaş belamlar boşa çıkarıyor.

Şimdi siz bana söyleyin hele, böyle bir küfür düzeninde müslüman kalabiliyor muyuz? İslâm’ı hakkıyla yaşayabiliyor muyuz?

Necati Koçkesen

23 - 5